Raslantısal olarak doğduğumuzu ve aynı rastlantısallıkla da bir araya geldiğimizi biliyoruz. Varlık dünyası ve de varlık dünyasının küçük bir parçasından başka bir şey olmayan ‘Yaşam’ tamamen rastlantısal ilkelerle kendini bize açmaktadır. Bu görüşümü daha önceki yazılarımda da değişik tonlarda ifade ettiğimi anımsıyorum.
Adına ister büyük resim deyin ya da ilahi anlatı deyin, bu muhteşem rastlantısallığın içinde yine de belli koşullar altında determinasyona imkân buluruz. Nereden gelip nereye gideceğimizi harfi harfine bilmemiz olası değildir. Fakat bu belirsizliğe rağmen kabaca nerede yaşamak ve nerede çalışmak isteyeceğimizi bilebilir ve belirleyebiliriz. Örneğin denizde bulunan tüm canlıların hangi yöne gideceğini harfi harfine kestiremesek de denizde yüzmekte olan insanların öyle ya da böyle en sonunda kıyıya doğru yöneleceklerini tahmin edip belirleyebiliriz. Demek ki rastlantısallık belli koşullar altında determinasyona engel değildir. Rastlantısallık yüzünden hiçbir şey bilemeyeceğimizi iddia etmek ne kadar yanlışsa determinasyon sayesinde her şeyi harfi harfine belirleyip bilebileceğimizi iddia etmek de o kadar yanlıştır. (1)
Bilindiği gibi doğada esas hal dengesizlik-eşitsizlik halidir. Denge-eşitlik hali her zaman için talidir, geçicidir. Bu nedenle canlılar arasındaki güç dağılımı da rastlantısal olarak dengesizlik-eşitsizlik üzerine kuruludur. Bir fenomen olarak rastlantısallık bilinç açısından geçmişin bulanıklığı ile geleceğin belirsizliği arasında oluşmaktadır. Bu nedenle tam olarak neler olup bittiğini ve sonuna kadar harfiyen neler yaşanacağını bilebilmemizin imkânı yoktur. (2)
Biz insanlar, bir arada yaşamanın kendimiz için en avantajlı yol olduğunu sezgisel ya da deneysel olarak öğreniriz. Hatta belki de ilk işimiz bunu öğrenmek olur. Bu nedenle diğer türlere karşı zayıf görünen yanlarımızı da güçlü görünen yanlarımızı da önünde sonunda toplumsallığımızla ilişkilendiririz.
Başlangıçta hayatta kalma arzusu olarak beliren ve tüm davranışlarımızı güdüleyen istenç, süreç içinde hayatta kalma arzusuna ilaveler yapıyor. (Örneğin konfor arayışı [madem yaşıyorum daha rahat yaşayayım], örneğin erke arayışı [madem yaşıyorum kimse bana karışmasın] örneğin iktidar arayışı [madem yaşıyorum ben yöneteyim] gibi)
Hayatta kalma arzusu ölene kadar hiç değişmeden kendini koruyan bir arzudur. Yalın bir şekilde söylemek gerekirse bütün refleks ve davranışlarımız öncelikle hayatta kalmaya ayarlıdır. Kimin ayarladığının da hiçbir önemi yoktur. Adına isterseniz doğa diyelim isterseniz de tanrı diyelim.
Yaşam anladıklarımız ve anlayamadıklarımızla birlikte sonsuz bir dönüşüm içindedir. Dönüşümün başını ve sonunu bilmek olanağı yoktur. Zamanın içinde varla yok arasında bir kıvılcım gibi parlayıp söneriz. Tek ve en yalın gerçek budur. Yaklaşık olarak aynı öğrenmeyi gerçekleştirmiş olan bir toplumun rastlantısal bir üyesi olmamız toplumsal bilincimizin gelişmesine yol açar. Her toplumun kendine has inanışları, öğrenme karakteri ve örgütlenme modeli vardır. Fakat hepsinde de temel bir özellik hep aynıdır. Çünkü en sonunda tüm toplumlar gönüllü birliktelikten doğan bir örgütlülüktür.
Burada gönüllü birliktelik diğerinden vazgeç(e)memeyi de işaret etmektedir. Vazgeç(e)meme iradesi diğerinin varlığını dolaysız olarak tanımayı peşinen yanında getirmektedir. Çünkü kişi kendini diğerleri sayesinde tanır ve anlar. Kendimizi inşa etmeye çalışırken mecburen diğerlerinin varlığını da inşa ederiz. Aslında bizim dışımızda ve bizimle ilişki kuran ve de kendisine aidiyet duyduğumuz toplumumuzu, bilişsel gelişimimize bağlı olarak birden farkına varırız. (Bilincimizi inşa eden korelasyon biçimleri bireyden bireye, bireyden bireylere, bireylerden bireye, bireylerden bireylere şeklinde olabilir.)
Kıyaslama ve soyutlama yetimizin, biraz önce bahsettiğim bu inşa sürecinde oluştuğunu ve analitik düşünebilme (3) özelliğimizin de yine bu ilişkiden doğduğunu görmemiz gerekiyor. Kendini inşa etmek için diğerlerini de inşa etmek zihinsel ilk aktivitemizdir. Merkezi sinir sistemimiz bilgi işleme gücüne eriştiği andan itibaren hem kendisini hem de diğerlerini inşa etmeye başlamış demektir. Şu hayatta var olabilmenin diğerleriyle var olabilmek olduğunu şaşmaz, geleneksel, kutsal bilgi ve anlatılarla öğrenir ve kabul ederiz. İnsan ancak belli bir uzamda (üç boyutlu uzayda), belli bir zamanda ve de belli bir toplumsal çevre içinde insandır. (Toplumsal çevre, aynı uzam içinde ve aynı zaman içindeki toplumsal çevremizdir. Bu yapı bizi geçirgen ve şeffaf bir dış kabuk gibi sarmaktadır. Birey hem kendi dışında kalan bu çevreyi/yapıyı görüp izleyebilir hem de kendisinin de ondaki, yani toplumundaki yansımasını takip edebilir. Bu diyalektik ilişki çoğunlukla farkında olmadığımız daha çok sezgisel düzeyde hissedebildiğimiz bir ilişkiye işaret eder. Demek ki toplumsal çevre faktörü her bir birey için -tıpkı uzam ve zaman gibi- en çok da bilişsel açıdan ontolojik bir özelliğe dönüşmektedir)
Toplum denen yapısal/örgütsel birliktelik toplumda görünür olmanın ortak ruhsal algoritmalarını bireylere dayatır. Bu algoritmalar binlerce yılın (belki de milyonlarca yılın) var olabilmeye yönelik en anlaşılır en sade özetidir. Gelenek ve göreneklerden, dinsel inanç ve ritüellerden, okullardan, üretim alanlarından, yasalardan, masallardan ve şarkılardan, sözlü ya da sözsüz metinlerden ve belki de beden dilinden oluşan bu özet bireylere hem toplumsal yapıyı gösterir hem de toplumsal yapı karşısında kendini nasıl inşa etmesi gerektiğini öğretir. Belli durumlarda belli türde davranışlar ve refleksler geliştirmeyi -varlığımızı destekleyip güvence altına aldığı gerekçesiyle- gönüllü olarak içinde bulunduğumuz toplumsal yapıdan öğreniriz. İçine doğduğumuz bu toplumsal yapı geleneksel ya da hukuki (yasal-ussal) bir örgütlenme modeline sahip olabilir.
Bizler geleneklere ya da hukuksal yapılara itaat ederek ya da rızamızı beyan ederek onların bizim karşımızdaki meşruiyetini kabul eder ve onaylarız. Onların örgütledikleri otoriteyi siyasallaştırır ve onların yaşam hakkının tapusunu bizzat kendi ellerimizle onlara veririz. (Bunun böyle olması gerektiğini-yani geleneklere uymanın gerekliliğini- yine onlardan gelenekler yoluyla öğreniriz) Öte yandan onlardan beklediğimiz ilk şey de varlığımızın meşruiyetinin tüm topluma yayılmasıdır. Çünkü bir toplumun toplum olarak var olabilmesinin sırrı aynı meşruiyete sahip gönüllü bireylerin birlikteliklerindedir.
Olgusal olarak, bulunduğu toplumla bağ kuramamış bir bireyin o toplumdan dışlandığını görmek bizi şaşırtmaz. Bir toplumda o topluma yabancı unsurların varlığının her geçen gün çoğalması o toplumu belli oranda dönüşüme hatta dağılmaya zorlayabilir. (Savaşlar, kıtlıklar, salgınlar nedeniyle oluşan göçler bu duruma en iyi örnektir) Tarif edildiği gibi her geçen gün çözülen dağılan toplumlarda dışlamanın, aşağılamanın hatta ırkçılığın siyasetinin geliştiğine tanık oluruz. Böylesi dönemler barışın değil düşmanlığın meşruiyet aradığı ve de taban bulduğu dönemlerdir.
Özellikle genç bir bilim dalı olarak sosyolojinin toplumu anlamada yeni kavramlar üretmesi yeni pencereler açması akabinde de siyaset bilimi ve felsefesi ve hatta psikolojinin dahil olmasıyla birlikte sosyal psikoloji alanının gelişmesi birey-toplum diyalektiğini daha iyi anlamamıza yardımcı olmuştur. Her toplumda yaklaşık olarak aynı öğrenmeden kaynaklanan gönüllü bir birliktelik olduğunu daha önce de belirtmiştim. Burada gönüllü birliktelik, rıza, itaat, meşruiyet, siyasi iktidar, otorite gibi kavramların birbirleriyle doğal olarak kendiliğinden ilişkilendiklerini belirtmekte yarar vardır. Max Weber, Rodney Barker, Seymour Martin Lipset, Juan J. Linz gibi pek çok düşünür ve yazara ait eski ve yeni görüşlere internet ortamında bile ulaşmak mümkündür. Burada yine hemen belirtmem gerekir ki merkezi kavramımız meşruiyet olacaktır. Yani meşruiyetin ne olduğunu tartışan bir karakterde ilerleyeceğimizi tekrar hatırlatmak isterim.
Anımsayacağınız gibi 7 Ekim 2023 günü Hamas militanları paramotorlar ile İsrail sınırını geçerek çok spesifik bir operasyona imza attılar. Saldırılarda drone’lar kullandılar, el yapımı patlayıcılar ve füzelerle İsrail’in hava savunma sistemini aştılar. Tarihinde ilk defa bu kadar ağır bir kayıp verdi İsrail. Hem askeri hem de sivil kayıpların yanı sıra pek çok kişi de aynı operasyonda rehine olarak Hamas militanlarınca alıkonuldu. Dünya bu olayı dehşet içinde izlerken bir yandan da İsrail’in nasıl bir karşılık vereceği konuşulmaya başlandı. Elbette büyük fırtınanın alametleri hemen kendini göstermişti. O tarihten bu yana süren savaşta Gazze yerle bir edildi. 50 bine yakın Filistinli öldürüldü ve 100 bine yakın kişi de yaralandı. Yakın zamanda soykırımı yaşamış bir ulusun, kendini korumak ve düşmanını yok etmek bahanesiyle giriştiği bu yeni soykırım ise sosyal psikoloji açısından çokça düşünülmesi gereken bir konu haline gelmiştir. Hastaneler yerle bir edilmiş, ambulanslar vurulmuş, bölgeye insani yardım götürmeye çalışan, yemek dağıtan gruplar hedef alınmıştır. BM’de İsrail hakkında soykırımda bulunma ve savaş suçu işleme tartışmaları yapılmıştır. Filistin’e yönelik geniş çaplı bu ağır saldırının orantılı bir yanıt (yani meşru görülecek düzeyde bir yanıt) olmadığı pek çok kez dile getirilmiştir. (4) Sonuç olarak bu saldırılar İsrail devletinin (daha çok da hükümetinin) varlığını meşruiyet açısından en azından dünyanın bir bölümünde tartışmalı hale getirmiştir. Bu tartışmalar benim de böyle bir yazıyı kaleme alma nedenim olmuştur. Benzer durumlar ve tartışmalar dünyanın başka bölgelerinde de ne yazık ki kıyasıya devam etmektedir. (Ukrayna-Rusya savaşı yaşlı Avrupa için ciddi bir sorun olarak telakki ediliyor. Şimdilik bölgesel düzeyde ilerleyen bu savaşın her an konvansiyonel savaşa dönüşme tehlikesi hiç de az değildir. NATO’nun sınırlarını genişletme çabası NATO karşıtı kampta mutlaka karşı hamleyle dengelenecektir. Buradaki bilek güreşinin sonuçlarını her zamanki gibi birbirine düşman edilen halklar yani yoksullar ve emekçiler ödeyecektir)
Kapitalizmin, ihtiyaca göre üretimi değil de pazar için üretimi örgütlüyor olması onun -irrasyonel üretim tarzı gereği- ekonomik krizleri yapısal bir sorun olarak meydana getirdiği bilinen bir vakıadır. Krizi aşmak için savaş şarttır. Savaşmak için ise savaşçılara meşru sayılacak nedenler vermek gerekmektedir. Kapitalizm gelenekler görenekler, refah kaybı, eski düşmanlıklar ve hamaset yoluyla okullarda, medyada, iş yerlerinde, evlerde, her yerde tekrar, tekrar hiç bıkmadan usanmadan meşru sayılması gereken bir düşmanlık fikrini üretir ve yayar. Savaşacak olan tarafların birbirlerini genellikle meşru görmediklerini yaptıkları açıklamalardan biliriz. Bu nedenle “düşman”ları “gayrı meşru” ilan etmek savaş diplomasisinin ilk atılımı olur. Diplomasi daralan pazarı açamaz ve böylece savaş başlar. Gayrı meşru ilan edilmiş olan düşman hükümetini yıkmak esas olandır. Yıkılmak istenen hükümetin yerine kendileriyle iş birliği yapmayı kabul etmiş olan yeni bir hükümet kurulması hedeflenir. İlk iş barış diplomasisini oluşturmak ve yeni hükümeti meşru ilan etmektir. Uluslararası ilişkilerde bu hamleler bazen karşılık bulur bazen de bulmaz. Bu hedef gerçekleşinceye kadar ne yazık ki savaş sürmek zorundadır. Sonunda taraflardan biri hem iç kamuoyunda hem de savaş alanında zayıf düşer. Savaşmanın dinamiği bu şekilde her gün için meşruiyetlerin yeniden sorgulanmasıyla devam eder. Çünkü bu en ağır faturayı ödeyen savaşmaya ikna edilmiş olan halkın kendisidir. (5) Peki nedir bu merkezde yer alan meşruiyet? Nasıl oluşur?
Son iki sorunun çok önemli sorular olduğunu belirtmek istiyorum. Meşruiyetin ne olduğuna dair literatürde epeyce kaynak bulmak mümkündür. Üstelik bunlarda fikir birliği olmasa da az çok genel eğilim bellidir. Bu eğilim de meşruiyetin şiddeti dışarıda bırakan bir kavram olduğu yönündedir. (6) Bir toplumda meşru görülen konular hakkında insanların fikir birliği içinde olduklarını görürüz. Rıza birliği de denilen bir uzlaşımdır bu.
Aşağıda yani toplumda, tabanda oluşan bu rıza birliğinin bozulması toplumun çıkarına görülmez. Çünkü bütün toplumlar herhangi bir konuda oluşturdukları bir rıza birliğini kendilerini yöneten kamusal iradeye bir biçimde beyan ederek kendileri adına otorite kullanımını ya da diğer bir söyleyişle şiddet kullanma tekelini devretmiş olurlar. Örneğin bu beyan geleneksel toplumlarda gelenekler yoluyla yapılır. Daha basit söylersek geleneksel olan bir davranışın ya da tutumun meşru olmaması diye bir şey söz konusu değildir. Geleneklere karşı çıkanlara da iyi gözle bakılmaz. İyi gözle bakılmaz kısmının şiddet seviyesi geleneklere ne ölçüde karşı çıkıldığıyla ilgilidir. O halde geleneksel tarzda örgütlenmiş bir toplumda kamu iradesi, toplumun huzurunu sağlamak için gelenekleri hiçe sayanlara karşı, meşru bir otorite kullanıcısına dönüşecektir. Çünkü toplumun rızasından damıttığını düşündüğü bu meşruiyeti her ihtiyaç duyduğu anda kullanmak üzere bir ‘şiddet tekeline’ dönüştürmezse kamu iradesi olarak ontolojik bir sorun yaşayacağını bilir. Eğer toplum geleneksel tarzda değil de daha modern yani yasal-ussal bir örgütlülüğe dayanıyorsa (yani kamu gücü hukuki ise) bu rıza birliğinin beyanı demokratik seçimler yoluyla kamu iradesine verilmiş demektir. Demokratik bir toplumda yasal olanın aynı zamanda meşru olduğu konusunda da toplum hemfikirdir. O halde şiddet tekelini elinde bulunduran kamusal irade herhangi bir sorunda şiddet uygulama yetkisini her defasında seçimler dolayısıyla belli bir süreliğine elinde bulundurduğunu bilir. Parlamentoların ve hükümetlerin güvenoyu almaya dönük çabalarının arkasındaki asıl nedenin meşruiyet ile ilgili olduğunu görmek artık hiç de zor olmasa gerektir.
Bir toplumdaki en meşru belgenin anayasa metni olduğu ve en meşru organın da anayasal meclisler olduğu görüşü pek yaygındır. Hali hazırda sınıflı toplumların bulabildiği en ileri çözüm buymuş gibi görünse de gerçekler pekâlâ böyle olmayabiliyor. Çünkü iktidarda olmanın yozlaştırıcı etkisi ilk çağ devletlerinden bu yana hala bir vakıadır. Şiddet tekelini elinde bulunduran bir güç olarak hemen her iktidar önceliğini -sınıfının da niteliği gereği- iktidarda daha uzun süre kalabilmeye verir. Bu uğurda toplumu manipüle eder ve böylelikle elde ettiği rızayla anayasayı ve anayasadan doğan tüm meşruiyetleri tartışmalı hale getirir.
Klasik literatürde Weber bağlamında üçüncü bir meşruiyet türü daha vardır. Kısaca ona da değinelim. Karizmatik meşruiyet diye ifade edilen bu türe göre topluma önderlik eden bir kişinin davranışlarını, fikirlerini referans alan bir meşruiyet türünden daha bahsetmiş oluyoruz. Genellikle kamu iradesini ilk kuran kişi olarak kurucu liderler karizmatik meşruiyetin tipik örnekleridir. Toplumda hoş görülmeyecek herhangi bir davranışı karizmatik lider yaptığında toplum bunu hoş görebilir ve bunu meşruiyet sınırları içinde değerlendirebilir. Başkalarına uygulanmakta gecikmeyen kamu iradesi, karizmatik lider söz konusu olduğunda otoritesinden feragat edebilir. Sanatçılar ve pop ikonları için de benzer meşruiyetlerden bahsetmek mümkündür. Toplum otorite konusunda kişinin karizmasına bağlı olarak diğer yurttaşlara uygulandığı oranda bir yaptırımı karizmatik lider için talep etmeyebilir. (Karizma eski Yunanca kaynaklara göre ‘Tanrının lütfu’ anlamına gelmektedir) Halk karizmatik liderini istisna olarak görür. Onunla özdeşlik kurar. Karizmatik lider için önemli olan ne geleneklere (teamüllere) dayalı yönetimdir ne de yasal-ussal sistemlerdeki kanunların ve yasaların bir önemi vardır. Karizmatik liderler bu aygıtları kullanmazlar. Onlar kamu görevlilerini, tüm bürokrasiyi tarafgirliğe zorlar ve yandaşa dönüştürürler. Bu sayede kerametli kişi olarak toplumdaki saygınlıklarını artırmış olurlar. Oluşturdukları meşruiyet algısıyla iktidarı ve bir otorite olarak şiddet tekelini helalinden kullanma fırsatı elde ederler.
Bu kısımda sözü daha fazla uzatmak niyetinde değilim. Çünkü bunlar aşağı yukarı herkesin ulaşabileceği türden genel geçer fikirlerdir. Yine de bu kısımda okuyucuya cebine koyabilmesi için şu bilgileri vermekte fayda vardır.
- Geleneksel (yani toplum kuralları ve din açısından) meşruiyet
- Yasal-Ussal (Rasyonel ya da hukuki) meşruiyet
- Karizmatik meşruiyet

Sonuçta hangi tür meşruiyet olursa olsun şemada görüldüğü gibi; iktidar toplumdan rıza talep eder. Toplum gerek teamüller yoluyla gerekse seçimler yoluyla ya da karizmanın yarattığı illüzyonla bir şekilde rızasını iktidara beyan eder. Böylece ‘iktidar aygıtı’ (7) toplumdan aldığı rızaya dayanarak oluşan (ya da oluştuğu sanılan) güveni/gücü bir otorite tesis etmek için kullanır. Bu sayede şiddet tekelini de eline almış olur. Burada esas tartışma konusu şudur. İktidara toplum tarafından kendi elleriyle verildiği iddia edilen rızanın bir manipülasyon sonucunda verilmesi durumunda ne olacağıdır? Örneğin yasal seçimleri hileyle kazanarak iktidar olan yeni kamu iradesinin otorite kullanması meşru olacak mıdır? Elbette gerek iktidarın kendisi gerek otorite kullanma yetkisi yasal olsa da gerçekte her ikisi de meşru sayılamayacaktır. Seçimler yoluyla yapılan rıza beyanının manipülasyona açık oluşu öteden beri meşruiyeti sıkça sorgulanan bir kavrama dönüştürmüştür.
Bu bölümde biraz daha serbest düşünerek meşruiyetin ne olduğuna değil de daha çok nasıl oluştuğuna yönelmek istiyorum. Birey olarak bizler nasıl davranırsak meşru bir davranış geliştirmiş oluruz sorusuna birlikte cevap arayacağız. Bizi meşru davranmaya iten bireysel ve toplumsal nedenler acaba nelerdir diye soracağız.
Bilindiği üzere yeryüzünde bütün meşruiyetlerin kaynağı ‘Yaşam Hakkı’dır. (8)
Geçip giden zamanın içinde herhangi bir anda herhangi bir yerde herhangi bir türe ait bir ‘yaşam’ eğer var olabilme başarısı göstermişse, artık orada, o anda bu varoluşa bağlı olarak bu mevcudiyetin dokunulmazlığı kendiliğinden belirivermiş demektir. Bu dokunulmazlık yaşam hakkından başka bir şey değildir! Karıncayı bile incitmeden yürümeyi salık veren bir duyarlılıkla yaşam hakkını savunmak ulaşmamız gereken yerdir.
Karıncayı bile incitmem deme!
Bile’den incinir karınca;
Söz söylemek irfan ister, anlamak insan.
Fuzuli
Bir yaşamın -hangi türe ait bir yaşam ise- ait olduğu o türe uygun bir biçimde sürüp gidebilmesi ancak ve ancak bu hakkın ne ölçüde kullanıldığına/kullandırıldığına bağlıdır. Yani doğal bir nedenle ölüp gidinceye kadar geçen sürenin tam olarak kullanılması sadece insanlar için değil diğer tüm türler için de gerekli ve önemli bir haktır. (Bireyin yaşamı öncelikle türünün yaşamına bağlıdır. Türün yaşam hakkı ve ondan doğan meşruiyetler de kendiliğinden belirir. Aynı tür içindeki bireyler arasındaki ilişkilerin meşruiyetleri de aynı esasa dayanır. Bu esas yaşam hakkını maksimum sürede kullanmak üzerine kuruludur.)
Bu durumu sistem yaklaşımı içinde değerlendirecek olursak herhangi bir türün dışarıdan bir müdahale ile yok edilmesini ilkesel olarak kabul edemeyiz. Çünkü herhangi bir türün yokluğu sonunda sistemin bozulmasına yol açacaktır. Gittikçe bozulan sistem daha çok türü yok edecek sonunda zincirin koptuğu yerde ekolojik bir çöküş kaçınılmaz olacaktır.
Ekolojik çöküşün en geniş manada kültürel çöküşe yol açacağını görmek pek zor olmasa gerektir.
Bilim, sanat, siyaset, felsefe, din ve ahlak üzerinden tahkimatını yaptığımız doktrinler, muhkem zannettiğimiz o muazzam ideolojiler işte bu ekolojik çöküşten ve onun doğurduğu sonuçlardan etkilenecek ve mecburen belli oranda da dönüşecektir. Tüm ekonomik yapı ve ilişkilerimiz, ürettiğimiz tüm değerler dizgesi bütün her şey bu ekolojik çöküşten nasiplenecektir. Buna karşılık ‘Yaşam’ karmaşık ve birbirini etkileyen bir süreçtir. Üstelik sistemi sistemin içinden bakarak yeterince anlayamayız. Anladıklarımız bilincimizde berrak bir görüntü oluşturmaz. Yani bu nedenle sorunları sistemin içinde kalarak çözme olanağımız rastlantısaldır.
Sisteme zarar vermeyi hiç istemesek bile, sisteme zarar vermiş olma olasılığımız, zarar vermemiş olma olasılığımızdan daima daha çoktur.
Doğanın sonsuz kombinasyonu içinde raslantısal olarak oluşmuş olmakla kalmayıp aynı zamanda gelişme fırsatı da bulan “insan” adeta “yaratılmış yaratıcının” tek örneğidir. Tarihsel süreç içerisinde diğer tüm türlerden farklılaşması onun soyutlama yetisine haiz olmasıyla ilgilidir. Bu yeti diğer canlıların aleyhine olmuş olan bir gelişmedir. Çünkü bu yetisi onu, besin zincirinin en tepesine yerleştirmektedir. Süreç içinde de öteki türlere karşı onu korkusuz kılmıştır.
İşte bu nokta aşağı yukarı meşruiyetlerin meydana geldiği noktadır.
Çünkü yaşamın sürmesi için besin elde etmek gereklidir. İnsan haricindeki diğer tüm canlılar için doğanın mekanizması bellidir.
Besin zincirinin herhangi bir yerinde yaşam hakkı bulan canlılar kendilerinden daha güçsüz daha zayıf düşmüş canlılarla ya da arta kalan leşlerle beslenirler. Buna karşın kendilerinden daha büyük ya da daha güçlülere de yem olurlar. Burada bir meşruiyet sorunu belirmez. Çünkü herkes ettiğini mutlaka bulur. Oysa insan için durum farklıdır. Her zaman için herkes ettiğini bulmayabilir!
İnsan besin zincirinde en tepede durduğu için soyutlama yetisini kullanarak elde ettiği avantajı öteki türlere ve öteki bireylere karşı bir meşruiyet sorununa dönüştürür. Avantajı ilk elde eden olmaktan doğan ontolojik bir meşruiyettir bu. Avantajla belirir yani.
Daha önce varlığı bilinmeyen ve henüz tanımlanmamış bir olgu karşısında ilk defa fikir yürütenler ilk kuralı koyma beceresini de ontolojik olarak kucaklarında bulmaktadırlar. Çünkü bu daha önce dilin ve dolayısıyla da düşüncenin sınırları içerisinde yer almayan olguyu ilk kez tanımlamış olmaktan doğan bir meşruiyettir.
Olguyu ilk kez tanımlayanlar kendi düşünsel, toplumsal ve ekonomik koşullarında tanımladıkları için olguyu bilmekten elde edilen ilk meşruiyeti de kendi mülkiyetlerine geçirirler. Bu ise doğrudan doğruya avantaj ve dezavantajların ontolojik açıdan ilk kez belirişinden başka bir şey değildir. Elbette ki meşruiyet ile birlikte meşruiyetin doğurduğu avantajlar da önce onu tanımlayanların mülkü haline gelecektir. Dezavantajlar ise bu kümenin dışında kalanların hanesine yazılacaktır.
Böylelikle burada bir başka şeye daha tanıklık edilmiş olunur. Tanıklığımız bilmemekten doğan dezavantajın doğuşuna olacaktır!
Bu aşamada olgudan habersiz olanların olgudan haberli olanlar karşısındaki dezavantajı somutlaşmıştır.
Doğada denge hali geçici, dengesizlik hali ise esastır. Sosyal düzeydeki dengesizliğin de aynı kurala tabi olduğunu biliyoruz. (Bu nedenle toplumsal eşitlik talepleri çoğunluğun gözüne romantik ve bazen de gerçeküstü görünmektedir. Hatta eşitliğin asla gerçekleşemeyeceğini düşünenler için bu talepler absürt diye de nitelendirilebilir. O halde eşitlik talep edenlerin talebi bu bilgiden yoksun olmadığına göre bu talepteki ısrarlarının daha çok etik bir dile geliş olduğunu söylemek yeterli olabilir mi? Konuyu yaşamdan, çalışma hayatından kopararak ve sadece felsefenin penceresinden bakarak ele aldığımızda böyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Oysa başta da söylediğimiz gibi kendi yaşam hakkını savunan her birey, kendi meşruiyet alanını belirlerken aynı zamanda ötekilerin meşruiyet alanını da tanımlamış olur. Öteki’nin başladığı, farkına varıldığı, itildiği, sınırlandırıldığı yer işte burasıdır. Benim meşruiyet alanımın dışıdır!)
Bu durum ileride doğacak olan bir meşruiyet kavgasının embriyosu demektir. Bilen ve avantaj elde eden birey diğer birey ve türlerin meşruiyetlerinin de sınırlarını kendiliğinden belirlemiş olur.
İnsan denen bu büyük karmaşık yapı diğer türlerin kaderini de belirleme gücüne ulaşması bakımından bambaşka bir yaşam seviyesini işaret eder hale gelmiştir.
İnsanlar, ‘İnsanlık’ kavramıyla tanımlayabileceğimiz beşerî birikimi sayesinde doğaya hükmedebilecek ve hiç değilse doğaya etki edebilecek ölçekte büyük yapay sistemler kurar hale gelebilmiştir. Fakat her şeye rağmen gezegendeki her canlı birey için hala ilk ve en önemli gerçek, hayatta kalabilmek gerçeğidir. Hayatta kalabilmek için beslenmek zorunludur. Av olmamak zorunludur. Bir insan için ise beslenmek demek emek harcamak demektir. Burada emek kavramı avlanmayı da içine alan bir kavram olarak en ilkel halinden en gelişmiş haline kadar karşımıza çıkmaktadır.
Meşruiyet emeğin karnındadır.
Beslenme ihtiyacının ötesine geçecek şekilde tezahür eden bir emek artı değeri de üreten güç olarak belirmektedir. Bu güç ise çeşitli konfor alanlarının oluşmasına da neden olur.
Tam da burada önemli bir ayrışma başlar. Yaşama hakkından asla vazgeçilemez. O halde yaşamak gerek! Yaşamak için de ciddi bir emek gerekir.
Herhangi bir konuda emek vermiş olan bir kişinin o konuya emek vermemiş olan başka bir kişiye göre o konu özelinde ayrıcalıklı bir meşruiyeti vardır. Çünkü emeğin niteliği ve o iş için harcanan toplam süre meşruiyetin değerini artıran bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle işçi sınıfının ve emekçilerin burjuvazi karşısındaki daha fazla ücret, daha fazla sosyal hak talepleri böylelikle yaşam hakkından türeyen bir meşruiyete kavuşur.
Nasıl ki el konulan artı değer burjuvazinin konfor alanını genişletiyorsa aynı artı değer işçi sınıfının da aynı oranda yoksulluğunu artırmakta, konfor alanını daraltmaktadır. Fakat burada işçi sınıfının sınıfsal muhalefetinin varoluşsal meşruiyetinin de arttığını tespit etmek zorundayız. Bu meşruiyet burjuvazi ile ve onun kurduğu her tür örgütlü yapıyla savaşmaya varacak ölçüde artmaktadır.
Sınıf çelişkisi derinleştikçe şiddet ve çatışmalı sosyal süreçler kendiliğinden gündeme gelecektir. Çünkü yaşamak artık zorlaşmıştır her birey için. Halbuki yaşamak herkes için doğmuş olmakla elde edilmiş olan doğal bir hak idi. O halde bu hakkı söz konusu olan her yerde dile getirebiliriz. Bu hakkı dile getirmenin ilk sonucu ise ifade özgürlüğünün meşruiyetinin doğuşuna tanıklık etmemizi sağlamasıdır.
Bütün bunlara karşın egemen ve sömürücü sınıflar (günümüzde burjuvazi) toplumu yasalar ve tüm diğer araçlarıyla manipüle etmeyi kendi çıkarları açısından uygun görürler. Bu sömürüyü ustaca gizlerler. Asıl meşru olanın yasalar olduğuna toplumu inandırmaya çalışırlar. En küçük bir hak talebini bile bu meşru sistemi yıkmakmış gibi gösterirler. Muhalefeti, kendileri tarafından kurulmuş olan bu kutlu düzeni bozmakla itham ederler. Gerçek muhalefetin daha fazla sivrilmemesi için de sahte muhalefet üretirler.
Her şeye rağmen olay ve olgular kendi gerçekliğine uygun bir tarzda var olmak zorundadır. Bu nedenle asla gerçek muhalefet ortadan kaybolmaz. Çünkü onun varlığı sınıfının çelişkisiyle ortaya çıkmıştır. Var olan çelişki uzlaşmaz çelişki olduğuna göre şiddet asla nedensiz değildir. Bu yönüyle sınıf muhalefeti doğrudan siyasal bir kimlik edinmiş demektir. Bu kimlik devrimci bir karakterde ortaya çıkmaktadır. Devrimle gerçekleşen iktidar değişikliği, devrimci karakterin sürmesini garanti altına alamaz.
Hakkını almaya yönelik gelişen bu şiddet [kendi meşruiyetine de güvenerek çıktığı bu yolda] yozlaşma tehlikesiyle de karşılaşır. Yozlaşma iç ve dış nedenlerle oluşabilir. Çünkü gücün iktidar olmaktan gelen yozlaştırıcı bir yanı vardır. İnsanlık tarihi meşru mücadeleler tarihi olduğu kadar aynı zamanda aptallıkların ve yozlukların da tarihidir. Buna rağmen devrimci meşruiyet kendi yatağında akmaya devam eder ve asla mücadeleden geri duramaz. Hatta gerekirse hâlâ yeni ve devrimci olduğunu iddia etmekte olan yozlaşmış iktidara karşı da muhalefet eder!
Yozlaşan gruplar belki mücadelenin ivmesini yavaşlatabilirler ama yine de o büyük gövde kendi meşruiyetinin gerçek bir hakka dayandığını bilerek ve görerek hareketini sürdürmeye devam eder. Çünkü sınıflı toplumlarda ezilenler daima sayısal olarak çoğunluktur. Çoğunluk iktidardan yoksundur, iktidarı talep etmeyi çabucak öğrenemezler. Çoğunluğun uykudan uyanması egemen sınıfın kabusudur. Onları uyandırmak isteyen muhalefet sonuçta halkın muhalefeti olduğu için halkın sevgisiyle karşılaşır. Bu dayanışma muhalefet etme dinamiğinin anlaşılması için önemlidir. Mücadele halkın kendi öz mücadelesidir. Bu nedenle mücadeleden asla vazgeçilemez.
Mücadele edenler toplumsal kriz anlarında yalnızca dostlarını değil düşmanlarını da örgütlerler. Yaşam hakkından -doğrudan- gelen meşruiyet ile rıza yoluyla toplumdan elde edildiği varsayılarak ve bir otorite olarak somutlaşmış olan -dolaylı- meşruiyetin çarpıştığını görürüz. Her iki taraf da kendini diğerine göre meşru sayar. İlkinde doğrudan halkın kendisi vardır. İkincisinde ise halkın rızasından elde edildiği varsayılan soyut bir meşruiyet söz konusudur. Yani halk için halka karşı kullanılan bir meşruiyettir!
Hemen her toplumda çoğunluğun rızası azınlığın rızasını bastırmış ve yönetmiştir. Böylesi durumların toplumda yarattığı en belirgin anomali, çoğunluğun fikirlerinin meşru fikirlermiş gibi görülmesi ve de azınlığın fikirlerinin ise gayrı meşru sayılarak baskılanmasıdır. Baskı, şiddet tekelini elinde bulundurmanın doğal sonucudur. Örneğin çoğunluktaki dini gruplar azınlıktaki dini grupları meydana getirdikleri meşruiyet algısı üzerinden baskılar ve yok etmeye çalışırlar. Ulusal mücadelelerde de böyledir. Egemen ulus azınlıkları uzun vadede asimile etmenin meşru araçlarını arar. Azınlıklar ise bir arada yaşamanın koşulları kalmadığına inandıklarında ise şiddet tekelini elinde bulunduran devlete karşı silahlı mücadeleye girişirler. Artık devleti meşru gör(e)mezler. Kendi meşruiyet alanlarını yaratmanın mücadelesini verirler. Bu nedenle bugün terörist olarak görülen gruplar yarın aynı devletler tarafından ya da yöneticiler tarafından konjonktürel olarak meşru siyasal partiler/yapılar olarak görülebilir ve tanımlanabilirler. Meşruiyetin doğasından gelen bu karmaşa neyin terör kimin terörist olduğu konusunu da konjonktürel olarak tartışmalı hale getirir.
Sonuç, olarak meşruiyet tartışmasını boş bir retoriğe dönüştüremeyiz. O halde şimdi cebimizde biriken değerli taşlara birlikte bir kez daha göz atalım.
- Rastlantısal olarak başlayan yaşam, çeşitli zorunluk ve belirlenimlerin koridorunda ilerler.
- İnsan toplumsal bir varlıktır. Üstelik de bir arada yaşamanın avantajlarını ve de dezavantajlarını anlayan, bilen bir varlıktır.
- Harfiyen her şeyi bilmek ve anlamak olanağımız yoktur.
- Sonsuz sürüp giden zamanın içinde bir an için parlayıp sönen bir ışık parçacığı gibiyiz.
- Bu kısacık süre içinde kendini ve çevresini tanımlayıp, görece; bilen, kişisel tarih oluşturabilen tek canlı türüyüz.
- Dünyadaki en değerli şey her canlı için öncelikle kendi yaşamıdır.
- Yaşamak her canlının hakkıdır.
- Her canlı yaşamını dışarıdan bilinçli bir müdahale olmaksızın doğal seyrinde tamamlamak güdüsüyle yaşar.
- Meşruiyetin kökeninde yaşam hakkı vardır.
- Meşruiyet emeğin karnındadır.
- Toplumsal rızayı toplumdan alan iktidar bunu otoriteye dönüştürerek topluma karşı şiddet tekelini ele geçirir. Toplumla iktidar arasında kurulan bu ilişkinin meşru bir ilişki olduğu kabul edilir.
- Meşruiyet şiddeti dışlar. Çünkü meşruiyet çoğunluğun rıza birliğini gerektirir.
- Meşruiyet konjonktüreldir. Daima çoğunluğun rızası gibi durur. Zamanla çoğunluğun yozlaşmış rızası olarak toplumdaki yerini kaybeder.
- Meşruiyet yeni (çağdaş sayılan) değerler ile ve haklılık ile çelişemez.
- Meşruiyet köhnemiş değerler ile haksızlık ile uzlaşamaz.
- Yaşamın varsayımsal olarak bile olsa kutsal görülmediği yerlerde temelinde meşruiyet olan gelenekler, toplum kuralları, yasalar ve din kuralları oluşamaz.
- Meşruiyet çeşitleri;
Yasal-ussal meşruiyet
Geleneksel meşruiyet
Karizmatik meşruiyet
Dünya iktidardakilerin silahlarıyla şekil almaktadır. Canlılar içinde yalnızca bir tür olmaktan başka hiçbir ayrıcalığı olmayan insanların ürettiği bu silahlar yüzünden yeryüzünde yaşamın olması gerekenden daha önce biteceği aşikâr. Yine de silahlardan önceki aşamaya yani sahte meşruiyet belgeleri üretilen aşamaya dikkat çekmek istiyorum. İdeolojik aşırılıklar, fetvalar, gelenekler, çarpıtılmış gerçeğin oluşturduğu kamuoyu baskısı en az silahlar kadar öldürücü olabilmektedir. Sahte meşruiyet belgeleri, sahte mazbatalar yüzünden insanlar işsiz kalmakta, aç bırakılıp göçe zorlanmaktadır. Yanlış ruhsatlar, yanlış ehliyetler, aklanmış paralar, uygar dünyanın neredeyse tamamı ‘diğeri’nin boğazını meşru olarak sıkmak üzerine kurulmuş gibidir. Hobbes’ın dediği gibi “Herkes herkese karşı savaş halindedir”. Uygar dünyanın dışında gerçekten de Hobbes’un dediği kadar vahimdir durum. Ancak uygar dünyada ise onun dediğinden fersah, fersah uzaklaşılmış değildir henüz. Çünkü artık “Herkes herkese karşı -güya meşru olarak- savaş halindedir” dememiz gerekmektedir.
4 Nisan 2024
Esenyurt/İstanbul
DİPNOTLAR
- Rastlantı; (Os. Tesadüf, Talih, Baht, Kısmet, Kaza, Muhara…)
Dış neden… Metafizik düşünce sistemi rastlantı’yı zorunluk’la karşıtlaştırmıştır, eşdeyişle rastlantı olanın zorunluk ve zorunluk olanın rastlantı olamayacağını savunur (…) Eytişimsel özdekçi felsefeye göre dış neden’in ürünü olan rastlantı, bir iç neden’in ürünü olan zorunluk ulamıyla sıkıca bağımlıdır (…) Dış neden, gerekli olsun ya da olmasın, daima rastlantısaldır. Örneğin yıldırım kendi iç nedenleriyle zorunlu olarak oluşur, ağaç da kendi iç nedenleriyle zorunlu olarak oluşur. Ama yıldırımın ağaca çarparak onu yakması bir rastlantıdır, çünkü yıldırım ağaç için bir dış nedendir. Demek ki herhangi bir olgu ya da olayın zorunluk ya da rastlantı olup olmadığını anlamak için onun bir iç nedenin mi, ya da bir dış nedenin mi ürünü olduğunu saptamak gerekir. Her olgu ve olay, aynı zamanda hem zorunlu hem de rastlantısaldır; örneğin ağacın yanması için rastlantı olan aynı yıldırım, bölgenin atmosferik koşulları için zorunludur (…) Bir piyangoda ikramiye çıkması talih sayılır, ama böylesine bir talihe kavuşmak için piyango bileti almak zorunludur (…)
O. Hançerlioğlu- Felsefe Sözlüğü- Remzi Kitabevi (s.343) 1989
Belirleme; (Os. İcab, Tayin, Tahsis…Fr., İng.; Determination)
Gerektirme… Belirleme, olumsallığı ortadan kaldırarak belli bir yönde oluşturma’yı dile getirir. Belirlenim, bir varlığın nicel ve nitel karakterlerinin tümünü verir (…) Diyalektik anlayış, belirleyenin de belirlediğiyle belirlendiğini meydana koymuştur. Belirleme ya da belirlenim, mantık terimi olarak sınırlama ve sınırlanma’yı dile getirir (…)
O. Hançerlioğlu- Felsefe Sözlüğü- Remzi Kitabevi (s.26) 1989
Belirlenimcilik (Determinizm); Her olgunun bir nedene bağlı olduğunu, aynı nedenlerin aynı sonuçları doğurduğunu ileri süren ilke ya da öğreti. Belirlenimcilik olguların değişmez bir düzende gerçekleştiği fikrine dayanır (…) Claude Bernard bilim kavrayışını belirlenimcilik kavrayışıyla özdeşleştirerek şöyle der: “Bilimde yani belirlenimcilikte şeylerin mutlak ve zorunlu ilişkisine tüm olgularda olduğu gibi canlı varlıklarla ilgili olgularda da inanmak gerekir.” Ona göre evrende tam bir belirlenim vardır. “Şunu deneysel bir belit olarak benimsemek gerekir: kaba cisimlerde olduğu gibi canlı varlıklarda da her olgunun varoluş koşulları mutlak bir biçimde belirlenmiştir. Bir başka deyişle bir olgunun koşulu bir defa bilindi ve yerine getirildi mi bu olgu deneycinin istemine göre her zaman zorunlu olarak gerçekleşebilecektir.” (…)
A. Timuçin- Felsefe Sözlüğü- İnsancıl Yayınları (s. 30, 31) 2.Baskı
2. Paragraftaki konuyu başka bir yazıda çok daha detaylıca inceleme şansı bulabilir miyim bilmiyorum fakat Evrim Ağacı’nda rastladığım iki güzel makaleyi buraya koymak istiyorum. Konuya meraklı okuyucu açısından gerekli kavram setinin ip uçlarını burada bulmak mümkün olacaktır.
a. https://evrimagaci.org/kaos-teorisi-nedir-dogadaki-kaostan-soz-ederken-neyi-kastediyoruz-8198
3. Bilincimizin analitik düşünme ve diyalektik düşünme yöntemlerini birbirinin karşıtıymış gibi görmenin/göstermenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Nasıl ki fizik yasaları Kuantum fiziğinde başka, Newton fiziğinde başka yaklaşım ve yöntemler gerektiriyorsa toplumsal sorunlarda da kimi zaman farklı yaklaşımları benimsemek gerektiği ortadadır. Yöntemlerin ne olduğu değil bizim o yöntemleri ne niyetle kullandığımızdır önemli olan.
4. Orantılı yanıt nedir? Kaç kişinin öldürülmesi orantılı olurdu? Bir yerde mealen şöyle bir yazı okumuştum. ABD’de organize suçlara karşı yapılan operasyonlarda (Bin Ladin Operasyonu gibi spesifik askeri operasyonlar da dahil olmak üzere) operasyonda öldürülen kişi sayısı ile kamuoyu desteği arasında bir ilişki olduğu tespit edilmiş. Yanlış anımsamıyorsam; operasyon yapılan gruba verilecek ölümlü zaiyatın 10 ile 30 arasında bir sayı olması durumunda kamuoyu operasyonlara destek veriyormuş. 10’dan az sayıda zaiyat gerçekleştiği durumlarda öldürülen kişilerin zaten az sayıda oldukları gerekçesiyle -devlet olmanın gereği her yolu denemek manasında- neden canlı yakalamak için yeterince uğraşılmadığı tartışılıyormuş. Eğer 30’dan fazla sayıda ölen olursa bu kez de neden bu vakte kadar geç kalındığı ve böylesine büyük bir yapının fark edilemediği tartışma konusu oluyormuş. Demek ki ölümlü operasyonlarda toplumun kabul edebileceği, daha az homurdanacağı bir ‘ortak makul’den yani bir fikir birliğinden bahsediyoruz. Operasyonları yönetenlerin kendi koltuklarını garantiye alabilmeleri için önce algı yönetimini çalışmaları meşruiyeti de belirleyen bir faktöre dönüşmüş oluyor böylelikle.
5.
KARDEŞİM BİR PİLOTTU
Bir pilottu kardeşim.
Güzel bir günde emri geldi.
Hazır etti çantasını,
güneye doğru koyuldu yola.
Bir fatihti kardeşim.
Yerimiz yoktu yaşamaya.
Topraklar ele geçirmekti
öteden beri hayalimiz.
Kardeşimin fethettiği yer şimdi
Guadarama dağlarında.
Boyu tam bir seksen,
derinliği bir elli.
Bertolt BRECHT
Çev: A. KADİR- Asım BEZİRCİ
6. Weber, “The Theory of Social and Economic Organization’’ adlı kitabında; “Tecrübelerimiz bize göstermiştir ki, hiçbir otorite sistemi, sadece maddi, duygusal veya ideal motiflere dayanarak sürekliliğini sağlayamaz. Bütün bunlara ek olarak, her otorite sistemi meşruiyetine ilişkin bir inanç oluşturmak ve beslemek gayretindedir.”
Weber, M., 1961. The theory of Social and Economic Organization. New York: Free Press. s.626
Alıntılayan; TUİÇ Sözlük sitesinden ULİWİKİ
7. Sonuçta her ‘iktidar aygıtı’ egemen bir sınıfın organizasyonu olarak görülmelidir. Egemen olanın egemenliği ise hegemonya alanındaki uyrukların rıza beyanıyla oluşur. Egemen de olsa rıza birliği/beyanı egemenlik için şarttır.
8. Yaşam hakkının daha iyi anlaşılması adına farklı metinlerden yaptığım alıntılardaki ana fikrin nasıl da örtüştüğüne dikkat çekmek isterim.
a. İslami perspektiften bir alıntı yapalım
“Yaşamak, her varlığın, her insanın tabiî bir hakkı olduğundan canlının ilk işi, varlığını, devam ettirmek için bütün gücüyle çalışmasıdır. Yaşayışı güven içinde bulunmayan bir insanın dâima üzüntülü olması bundandır. İnsanlığın yaratılışına ve tabiatına uygun olan İslâm, fertler için tabiî olan bu hakkı önemle korumuştur. Dînimize göre hayat, Şânı Yüce Allah’ın insana ihsânıdır. Hiç kimse, Allâh’ın irâdesi dışında ona sahip olamaz. Bu konuda Yüce Allah: “Doğrusu dirilten ve öldüren Biziz; hepsinin gerisinde de Biz kalırız.” (Hicr, 23). Diğer bir âyet-i kerîmede ise: “Doğrusu Biz diriltiriz, Biz öldürürüz, dönüş Bizedir.” (Kaf, 43) buyuruyor. Toplumun yararına ve yaşayanların hayatını korumak için, kişilerden yaşama hakkını kaldırmak yalnız devlete verilmiştir. Haksız yere bir insanın hayatına saldırmak, bütün topluma yapılmış bir saldırmadır. Bir insanın hakkını vererek, onu ölümden kurtarmak, bütün toplumu hayata kavuşturmaktır. Yüce Allah bu konuda meâlen şöyle buyuruyor: “Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse, ölümden kurtarırsa, bütün insanları diriltmiş gibi olur.” (Mâide, 43).”
Dr. Lûtfi Doğan- 1968 yılının “İnsan Hakları Yılı” olarak ilân edilmesi münâsebetiyle: İslam’da Yaşama Hakkı
Yazının tamamı için
https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=21840
b. Yahudilik açısından bir alıntı
On Emir veya Dekalogos’ta, Sina Dağı’nda Musa’ya vahyedilmiş ve YHVH’nin İsrailoğulları’na emirlerinden 6.sı “Öldürmeyeceksin!” şeklindedir.
c. Evrensel hukuk açısından bir alıntı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
Hak ve Özgürlükler
Madde 2
Yaşam hakkı
1.) Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infaz edilmesi dışında, hiç kimsenin yaşamına kasten son verilemez.
2.) Ölüm, aşağıdaki durumlardan birinde mutlak zorunlu olanı aşmayacak bir güç kullanımı sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin ihlaline neden olmuş sayılmaz:
i) Bir kimsenin yasa dışı şiddete karşı korunmasının sağlanması;
ii) Bir kimsenin usulüne uygun olarak yakalanmasını gerçekleştirme veya usulüne uygun olarak tutulu bulunan bir kişinin kaçmasını önleme;
iii) Bir ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması
d. Yine hukuksal açıdan bir alıntı (fakat bu defa yerel bir metin)
“İnsan haklarının ilki olan yaşam hakkı ve bu hakka saygı, bütün diğer hakların gerçekleşebilmesi için vazgeçilmez temeli oluşturmaktadır. İnsan hakları içinde değer sırası bakımından ilk ve temel olan yaşam hakkı, kamusal makamlar tarafından öldürülememe ve yaşama yönelik tehlike ve risklere karşı yine kamusal otoriteler tarafından korunma hakkını içerir. Dolayısıyla devlet, yaşam hakkı karşısında hem aktif hem de pasif zorunluluk içerisindedir. (1)”
Alıntılayan, M. Sezgin Tanrıkulu-TBB Dergisi,2006-66.sayı (1) Kaboğlu, Ö. İbrahim “Özgürlükler Hukuku” 6. Bası, İmge Kitabevi s.272
e. Edebi açıdan bir alıntı
Victor Hugo 1832 yılında ‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü’ adındaki romanının önsözüne; “Gerçekten de toplumu budamak, dallarını koparıp, kellesini uçurmak için gelen devrimlerin insan kanına doyduklarına nadir rastlanır, ölüm cezası ellerinden kolayca bırakmadıkları bir bıçaktır.” şeklinde yazmıştır. Devrimleri, yani köhnemişliği yıkıp, yeniliği getirmiş olan kurumları, daha hakça bir düzen kurmak isteyen kurumları uygulamaktan vazgeçmedikleri ölüm cezaları yüzünden eleştirmiştir.
Yukarıdaki örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Bu örneklerde de görüldüğü gibi hemen her toplumda yaşam hakkı -öncelikle insanın yaşam hakkı başta olmak üzere- tartışmasız bir biçimde neredeyse kutsal sayılmıştır. Çağdaş uygarlık mevhumu sanki bütün her şeyi insanın öldürülemezliği ilkesinden başlatarak örgütlemiş gibidir. Herkesin en başta fikir birliği ettiği hatta neredeyse mutlaklaştırdığı bir ilke olarak karşımıza çıkmaktadır. Din kitaplarında, anayasa metinlerinde, hukuk prensiplerinde, ahlak kurallarında, edebi metinlerde en temel ilke yaşam hakkı olarak hemen kendini göstermektedir.