“Bilmekliğin uyanık ışığı sönüp bilmezliğin uykulu karanlığı yerin yüzünü sarmış” [1]

Yakın zamanda Kemal Tahir’in Devlet Ana romanını inceledim. Olabildiğince dikkatli bir okumadan sonra bu yazı için bazı notlar da aldım. Yeri geldikçe aldığım notları yazıda işleyeceğim.

Bilindiği gibi Kemal Tahir’in Devlet Ana romanı tarihi romanlar kategorisinde yer alan bir romandır. Yayınlandığı günden bu yana pek çok tartışmanın konusu olan Devlet Ana, yalnızca edebiyatçılar ve sanat eleştirmenleri tarafından incelenmemiştir. Tarihi roman olması nedeniyle hem tarihçilerin hem sosyologların hem de siyaset bilimcilerin ve politikacıların ilgisini çekmiştir.

Kemal Tahir bu romanında Anadolu Selçuklu Devleti’nin parçalanma ve Osmanlı Devleti’nin kurulma sürecini odağına almış ve bir taş ile birkaç kuş vurmayı hedeflemiştir. Atılan taşı ve vurulmak istenen kuşları birazdan açıklamaya çalışacağım fakat bunlardan önce Kemal Tahir hakkında aklımızda tutmamız gereken birkaç noktayı belirtmek istiyorum.

Asıl adıyla İsmail Kemalettin Demir yani müstear adıyla Kemal Tahir, 1910 yılının 13 Mart’ında İstanbul’da doğmuş ve yine İstanbul’da 1973 yılının 21 Nisan’ında vefat etmiştir.

Anne ve babasının Osmanlı sarayında çalışan kişiler olması ve Mektebi Sultani’de eğitim görmesi kuşkusuz ki onun yazarlık ufkunu genişletmiş ve insan ilişkilerini çözümlemede önemli bir rol oynamıştır. Annesinin ölümü ve babasının ikinci evliliği nedeniyle eğitimini tamamlayamadığı için İstanbul’da avukat katipliği, Zonguldak’ta kömür işletmelerinde ambar memurluğu gibi çeşitli işlerde çalışmak zorunda kalmıştır. 1932’de tekrar İstanbul’a dönmüş gazetelerde röportaj yazarlığı yapmıştır. Muhabirlik, düzeltmenlik gibi görevlerden sonra müstear isimlerle yazarlık serüvenine atılmıştır. Kemal Tahir ismini 1954 yılından itibaren kullanan yazar Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya cezaevlerinde toplamda 12,5 yıl hapis yatmıştır. Yazarın geniş biyografisi için internet ortamı zengin içeriklerle doludur. Gerekli olması durumunda bazı eklemeler ve hatırlatmalarda bulunmak kaydıyla bu bahsi geçiyorum.

Hukuk Bildiğiniz Gibi

Günümüzün sosyal olguları geçmişin sosyal olgularından çok farklı şekillerde tezahür ediyormuş gibi görünür. Oysa normal olan da budur. Beklenen şey gerçekten de yeni olguların eskilerden farklı olmasıdır. Fakat anlaşılıyor ki tarih tekerrürden ibarettir sözü hiç de boşa söylenmemiştir. Gelin birlikte inceleyelim.

Rekor oyla İstanbul’a belediye başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu ve çalışma arkadaşlarının tutuklanmaları, İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçiminde adaylığının önünün kapatılması, muhalif belediye başkanlarının görevlerinden alınıp yerlerine kayyımlar atanması; bütün bu uygulamalar sanki çok özel bir süreçten geçiyormuşuz algısı yaratmaktadır. Oysa gerçekte öyle değildir! (Yanlış anlaşılmasın ne bu uygulamaları ne de böyle bir algıyı onaylıyorum! Ekrem İmamoğlu’na ve Ahmet Özer’e oy vermiş olan fakat CHP’li olmayan bir yurttaş olarak bu uygulamaları son derece haksız buluyor ve kesinlikle reddediyorum!) Fakat bilmemiz gerekiyor ki geçmişte de bu tür sorunlarımız vardı. Zira konuya Marksist teori açısından yaklaştığımızda ‘Hukuk da devlet de tam olarak budur!’ demekten başka bir şey kalmıyor elimizde. Çünkü adalet mekanizması olarak tasarlandığı ileri sürülen hukukun gerçekte egemen sınıfın baskı aracına kolaylıkla dönüştüğünü görüyoruz! Siz onu egemen sınıfın insafı diye de yorumlayabilirsiniz!

Sonuç olarak oluşan konjonktürde Saraçhane mitingleriyle sokağa inen halk iktidara tepkisini en üst perdeden göstermiş ve muhalefet partisine de nasıl muhalefet edilmesi gerektiği konusunda ciddi bir hatırlatmada bulunmuştur. Bu eylemlerde yer alan pek çok öğrenci, anayasal haklarını kullanarak barışçıl gösterilere katılmış olmalarına rağmen tutuklandılar. Bazı kişiler ise eylemlere bile katılmadığı halde yalnızca sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek gözaltına alınıp sorgulandılar.

Tweet atarak iktidara muhalif görüşler belirtmenin en az eyleme geçmek kadar hatta bazı durumlarda eylemden daha tehlikeli sayıldığı hukuki soruşturmalar, yargılamalar yapıldı. Gezi eylemleri sürecinde de böyle olmuştu. Tutuklanan öğrencilerimiz, yazarlarımız, sanatçılarımız ne yazık ki özellikle siyasi duruşları nedeniyle çifte standarda maruz kaldılar.

Yazının tam da bu kısmında ara başlığımızı bir kez daha yineleyelim ve diyelim ki: ‘Hukuk Bildiğiniz Gibi’. Çünkü tarih tekerrürden ibaretmiş hissini veren şeyin; gerçekte olay ve olguların aradan onca yıl geçmesine rağmen aynı kapıya çıkan hukuki özüdür ve o özden doğan saçmalıktır! Pekiyi nedir bu öz? Bu öz: araçsallaştırılan hukukun egemen sınıfın hukuku olduğu gerçeğidir!

Kemal Tahir’in tutuklanma süreci bu durumun en güzel örneklerinden biridir. Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Fatma Nudiye Yalçı, Kerim Korcan gibi dönemin bilinen muhaliflerinin de aynı davadan yargılanıp ağır hapse mahkûm edildikleri ve kamuoyunda ‘Donanma Davası’[2] diye bilinen meşhur davada Kemal Tahir’in de ağır hapis cezasına çarptırıldığını görüyoruz.

Kemal Tahir, donanmada astsubay olarak görev yapan kardeşi Nuri Tahir Tipi’ye Sabahattin Ali’nin bir öykü kitabını hediye ettiği için suçlu bulunmuştu. İnanılır gibi değildi; ama gerçekti! Kardeşine hediye ettiği bir kitap yüzünden komünizm propagandası yaparak orduyu isyana teşvik etmekten “yargılanan” ve tam 15 yıl hapse mahkûm edilen Kemal Tahir ne yazık ki bu cezanın 12,5 yılını çeşitli cezaevlerinde yatmıştır.

Anlıyoruz ki bu düzen böyle kurulmuştu! Muhalif bir söylem içerdiği gerekçesiyle bir tweet yüzünden tutuklananların ‘hukuki’ güvence(sizlik)lerinin aslında geçmişten devrolunan bir hesaba dayandığını böylelikle fark etmiş oluyoruz. Çünkü kardeşine hediye edilmiş olan yasal bir öykü kitabını bile bahane ederek onlarca yıl hapis yatırılan aydınlarımızın, sanatçılarımızın manevi huzurunda; devletin resmi bir özrünü duyamadığımız sürece bu acı tekerrürün tekeri hepimiz için dönmeye devam edecektir.

Yukarıda anlattığım dönem tek parti dönemiydi, o dönem için iktidar CHP’deydi. Avrupa’da faşizmin ilerlediği buna mukabil sosyalist bilincin ve muhalefetin de geliştiği bir dönemdi. Avrupa’daki gelişmeler Türkiye’de de yankılanıyor ve politik ortamımızda da birebir etkisini gösteriyordu.

Hükümetler değişiyor ama parti değişmiyordu. Hükümeti kuran iktidar partisi CHP, Nazi Almanya’sı ile Sovyetler Birliği arasında bir denge politikasını benimsiyor ve savaşa doğrudan dahil olmuyordu. Ancak herhangi bir sosyalist devrimden çekindiği için de iç politikada ipin ucunu sıkı tutarak devrimci muhalefeti Nazi yanlısı uygulamalarıyla acımasız bir biçimde eziyordu.

Komünistlere ve devrimcilere göz açtırılmayan uzun ve zorlu bir sürecin içinden bugünlere gelindi. Neredeyse SSCB’nin çözülüşüne kadar komünistlik Türkiye’de en berbat suçlar arsında sayıldı. Komünist bile diyemeyen kitleler ‘Komonostlar Moskova’ya!’ diye sokaklarda kışkırtıldılar. En içeriksiz muhalif söylemler bile Moskof uşaklığı ile yaftalanıyordu. Değişen konjonktüre rağmen ne yazık ki devletin zımni olarak komünistlik ile yasadışı örgütlülük arasında hala bir ilintisellik kurma eğilimi devam etmektedir.

Atılan bir tweet yüzünden tutuklanmış olmak bize bugün ne kadar saçma görünüyorsa kardeşine hediye ettiği bir öykü kitabı yüzünden 12,5 yıl hapis yatırılmış olmak da o kadar saçmaydı.

İleride bugünleri anlatacak olan yazarlarımız; tıpkı geçmişte olduğu gibi bu kara günlerde özgürlük mücadelesi verenlerin hikayelerini mutlaka en başa yazacaklardır! Tarih tekerrürden ibarettir dedik ya; direnenlerin tarihi açısından da böyledir bu.

HAPSEDİLEMEYEN DEVLET ANA

Kemal Tahir hapislik yaşamını Osmanlı Tarihi üzerine verimli çalışmalar yaparak geçirmiştir. Bir yandan toplumsal yapı, üretim ilişkileri Marksizm ve sosyalizm gibi kendi döneminin güncel politik tartışmalarından hiç kopmamış ve bir yandan da Anadolu’daki tarihsel gelişimi anlama ve bunu bir roman üzerinden anlatma yoluna girmiştir. Bu tartışmalarda kimi zaman yoldaşlarıyla ayrı düştüğünü de görüyoruz.

Cemil Meriç’in, Kemal Tahir’in hapishaneyi bir laboratuvar gibi kullandığını söylemesi hem romandaki tarihsellik hem de tarihin estetik anlatımının dile getirilmesi bağlamında oldukça önemlidir.

İsmet Bozdağ, “Kemal Tahir ile Sohbetler”de (Bilgi Yayınevi, 1980); Devlet Ana romanı için 3000 sayfaya yakın notlar çıkardığını, o döneme ait belge ve resimleri incelediğini hatta şövalye Notus Gladyüs’ü bile bir Bizans Piçi olarak bulduğunu kaydetmiştir. [3]

ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) modeli üzerinden Osmanlı – Türk toplum yapısı hakkında okumalar yapan Kemal Tahir, Marx’ın ‘Batı’ dışı toplumlarla ilgili değerlendirmelerinin Osmanlı-Türk toplumunu ve Anadolu insanını açıklayamadığını belirtir ve bu konuda yoldaşlarından ayrı düşer. “Bozuk ATÜT” ya da “Doğulu Devlet Tipi” adını verdiği yeni bir kavram önerir.

ATÜT tartışmasının Türkiye dışındaki Marksistler arasında yeterince ilgi görmediği söylenir. [4] Oysa Kemal Tahir Devlet Ana romanında ATÜT tartışmalarından yola çıkarak toplumsal ilişkilere, ekonomik alt yapı ve üretim tarzına kendince açıklık getirmektedir. Hamasete dayalı bir tarih anlayışından hareket etmek ve kim nerede ne yaptı ne dedi tarihçiliğine soyunmak yerine; diyalektik ve materyalist bir bakış açısıyla eserini milim milim örmüştür. Gerçi ortaya milliyetçileri pek memnun eden Kerim[5] Devlet (Kerim Çelebi) anlayışı diye-kendisinin de dile getirdiği ve Marksist açıdan oldukça sorunlu görünen- bir devlet anlayışı çıkmıştır. Eserde tasvir edilen maddi olanakların yine eserdeki kahramanların eylem ve kapasiteleri kadar genişletilmesiyle alt yapı-üst yapı çelişmesine de yine Marksist hatta kalınarak çözüm bulunmuştur.

Kemal Tahir Bacıbey’in şahsında (hem savaşçı ve sert mizaçlı hem de doğruya ve mazluma karşı şefkatli olması sebebiyle) Türk devlet geleneğinde kadının yerine, dikkat çekmeye çalışmıştır. Bacıbey, Osman Bey’e bile söz geçirebilen, köslük meydanında toplanıldığı vakit fikrini dirayetlice ileri sürebilen ve savaşlarda yararlık gösteren yiğit bir kadın karakter biçiminde Türk devletinin kurucu unsurlarından biri olarak tasvir edilir.

Bacıbey’in, Kerim Çelebi’yi yetiştiren kişi olarak ayrıca simgesel bir önemi daha vardır. Çünkü Kerimcan’ı Kerim Çelebiye dönüştüren bizzat annesidir. Bacıbey bu yönüyle de Kerim Devlet anlayışına analık etmiş olmaktadır. Burada iki şey dikkatimizi çekmektedir. Birincisi; romanda da gösterilmeye çalışıldığı gibi devlet denen organizasyon, aynı idealleri paylaşan kişilerin, belli bir maddi zorunlulukla bir araya gelmelerinden temerküz etmiştir. Dikkatimizi çeken ikinci şey de şudur: Anadolu’daki öznel koşullar ile Türklerin etkileşiminin özgün bir etkileşim olduğu tezinin işlenmesidir. Türk devletinin batıdaki devletler gibi sınıfların belirgin olduğu bir toplumsal düzene dayanmadığı tezi bariz bir biçimde işlenmiştir. Bu durum romanda Türklerin yaşam biçimiyle açıklanmaya çalışılır. Açıklanan yaşam biçimi de Türklüğü refere eder. Bu sayede de Osmanlı’nın yaklaşık yedi yüz yıl hüküm sürebilme potansiyeli embriyo düzeyinde işlenmiş olur.

Romanda topraksız köylü kendini geçindirecek kadar bir alanı ekip biçer ve devlete ürün fazlasını verir. Bu toplum düzenine göre barış dönemi de savaş dönemi de gereğinden fazla uzatılamaz. Roman bu konulara çeşitli karakterler üzerinden açıklamalar getirir. Zorunlu olmadıkça savaşmayan, savaştığında ise korkmayan; savaşı da barışı da en nihayetinde ekonomik sonuçlarıyla kavrayan insanların dünyasında gezinir dururuz.

Kerim Çelebi ile Deli Balta’nın diyaloguna bir göz atalım:

“_ Hayır mı, aman Kerim oğlum?.. Savaşçı mı toplamakta bizim arslan Beyimiz?

_Aklın fikrin savaşta… Savaşçı nolacakmış, barış zamanı?

_Barış zamanı… Uzadı bu barışın zamanı kopuk, çok uzadı ve de tadı kaçtı iyice… Savaşmaktan geçtim, yiğitler ata binmeyi, kılıç kuşanmayı unuttu. Hayır, uçlarda töre değildir bu kadar uzun barış… Biz bunun kötülüğünü görürüz, nah yazdım şuraya… Dediydi dersiniz!

_Barışın kötülüğü neymiş bre Emmi?

_Höst! Molla kısmının aklı hiç ermez! Barış uzadı mı, nolur bakalım? Savaşçı gelmezlenir uca… Gelenler de bakarlar ki bir iş yok, savuşurlar birer ikişer… Hani, kaç zamandır, yeni savaşçı nerde?-Biraz sövdü, biraz beddua etti. Öfkesinden, özengileri eğerin üzerinde tutan ipi dolaştırmıştı-: Buralara, dilenciden başkası uğramaz oldu epeydir… -Özengileri kurtardı-: Al bakalım! Zorlama çok… Savaşçı toplamaya gitmeyen ulağın çalım satması kanun değildir. Nerde Orhan Bey, görünmedi sabahtan bu yana?”[6]

“Yıllardan beri orta halliler eti iki üç ayda bir yiyebiliyorlar, yoksullarsa, ancak kurban bayramından kurban bayramına görebiliyorlardı. Hayvanlar az olduğundan yağ, peynir, hatta yoğurt bile çok azalmış, uzayan barış Söğüt kadınlarını yemek işinde gerçekten bunaltmıştı. Koyun keçi hırsızlıkları gitgide artıyor, Kara Osman Bey nedenini bildiği için, çok kızdığı halde, hırsızların ardına pek düşmüyordu.” [7]

Yukarıdaki alıntılar bize yalnızca savaşmanın maliyetli bir şey olmadığını aynı zamanda gereğinden fazla uzayan barışın da büyük maliyetleri olduğunu söyler. Osmanlı’nın yaşam biçimi üzerinden işlenen konu aslında tüm zamanlar için geçerli olan savaş-barış dönüsüne de bir açıklama getirir niteliktedir.

Devlet kavramına Türklük üzerinden vurgu yaptığı gerekçesiyle Devlet Ana romanı ve romanın yazarı Kemal Tahir çokça eleştirilmiştir. Ancak romanın diyalojik kurgusu son derece güzeldir. Roman karakterlerinin bu konuşmaları sanki hemen yanı başınızda gerçekleşiyormuş gibi sizi olayların içine doğru çekmektedir. Dolayısıyla okurlar, buradaki karakterlerin ruh halleri, inanışları, konuşma biçimleri, tipleri, giysileri, soy sopları hakkında düşünmekten ve zihinlerinde bu karakterleri canlandırmaktan kendilerini alamazlar. Devlet Ana ihtiyatlı gibi görünen övgüler bile olsa sol cenahtan da büyük övgüler almış bir romandır.

Bu romanın Türkçülük ve Devlet güzellemesine yol açacağı endişesi hiç de yersiz bir endişe değildir elbette. Öte yandan Kemal Tahir’in içinde bulunduğu ‘mahpusluk şartlarında’ yararlanabildiği kaynakların ‘bilimsel geçerliliği’ ve tarihsel açıdan yeterli olup olmadıkları ise ayrı bir tartışma konusu olabilir. Hemen anımsatalım ki Devlet Ana (1967) Kemal Tahir’in hapisten çıktıktan sonra Bozkırdaki Çekirdek (1967) romanının ardından yayınlanmıştır. Romanın araştırmaları ve taslakları büyük oranda hapiste tamamlanmıştır. Roman tarihsel konulara Marksist bir yaklaşımla el attığı için de ilgi çekmiştir. Aldığı ödül ile de hak ettiği tartışmaların odağına yerleşmiştir. Bu tartışmalardan biri de tarihi roman sorunsalıdır.

Tarihi Roman Sorunsalı

Tarihi roman sorunsalını anlamak için kısa kısa sorular sormamız ve bu sorulara yanıtlar aramamız gerekmektedir.

Tarihsel olgu ve olaylar herhangi bir romanda/filmde/sanat eserinde konu edilebilir mi?

Elbette!

Pekiyi konu edilen bu olay ve olguları hiç tahrif etmeden tıpkı bir tarihçi titizliği ile bir romanda/filmde/sanat eserinde işlemek, anlatabilmek mümkün müdür?

İşte burası oldukça şüphelidir. Çünkü bir sosyal bilim dalı olarak tarih ile totalde yazılan tarih ikisi aynı şey değildir. Hiç uzatmadan şunu söyleyelim ki yazılan tarih genellikle egemen sınıfın tarihidir, resmi tarihtir. Okuyucunun karşısına yukarıdan bir anlatı türü olarak çıkmaktadır. Bir kurtarıcı bir kahraman gelir ve bütün toplumu kurtarır. Tarihçiler de bunu belgelerle ispat ederler! Oysa bilimsel yöntem bize şunu söylüyor. Gerçek denen olay/olgu nasıl tarif edilirse edilsin geçmişin yukarıdan anlatısının mutlaka bir çapraz kontrole ve tarihin aşağıdan da bir yazımına mutlaka ihtiyaç vardır. Resmî ideoloji elbette bu tarz bir kontrolü istemese de günümüzde tarih yazımının başka bir yolu olmadığı açıktır. O halde hangi tarihsel konumlanışta olursanız olun eserinizi eksikli ya da tahrif edilmiş belgelerden hareketle yazmış olma ihtimaliniz eserinizi daha baştan tartışılır hale getirecektir. Tarihsel roman yazmanın ilk zorluğu buradadır.

İkinci olarak da siz en doğru belgeleri incelemiş ve tıpkı bir tarihçi titizliği ile araştırmalar yapmış olsanız bile yine de ortaya estetik değeri güçlü bir roman çıkaramayabilirsiniz. En doğru belgelerle kurgusu ve ana fikri zayıf bir roman yazmış olabilirisiniz. Bu nedenledir ki tarihsel roman kategorisinde başarılı eserler verebilmek hiç de kolay değildir. Burada okuyucunun önceliği roman ise eserdeki tarihsel bilgilerin yeterliliği ile ilgili yapılacak olan eleştirilere baştan hazır olmak gerekir. Bu eleştirileri ciddiye almak yazarı da okuru da geliştirecektir. Diğer taraftan bir roman okuyucusunun önceliğinin tarihsel bilgi olması pek de beklenen bir tutum değildir. Çünkü tarihsel bilgiyi önceleyenler romanın estetiğindeki kusurları görememek yanlışına düşebilirler.

Kamuoyunda Devlet Ana romanı için de bu tarz geniş sorgulamalar yapılmıştır. Örneğin Taner Timur gibi kimi yazarlar Devlet Ana romanında tasvir edilen tarihselliğin yetersizliği nedeniyle bu romanı tarihsel roman kategorisine alırken şüpheyle yaklaşmışlardır. [8] Taner Timur, Osmanlı’nın kuruluş dönemini; uzmanların bile yeterli bir bilgiye sahip olmadığı karanlık bir dönem olarak nitelemektedir. [9]

Burada ‘Tarihsel roman belgelere ne ölçüde dayanmalıdır?’ sorusu, önemli bir sorudur. Bu konuda başarılı sayılacak olan bir yazar ne eserindeki tarihsel bilginin güvenilirliğine gölge düşürmek ister ne de büyük bir titizlikle kurguladığı estetik düzeni belgeci bir üsluba teslim etmek ister. Kemal Tahir buradaki açmazı gördüğünden olsa gerek: “Ben tarihi romanda herhangi bir tarih dönemini anlatmıyorum, bir toplumun çağdan çağa yansıyan dinamiğini belirtmeye çalışıyorum.” [10] diyor. Söylediği şey olaylara değil olayları oluşturan dinamiğe dikkat çekmektedir. Bu yaklaşımıyla Kemal Tahir tarihçiliğin ve romancılığın da ötesine geçerek bir toplumsal düzeni açıklamaya çalışan bir düşünür gibidir.

M.F. Baş: “Kemal Tahir’i birtakım toplumsal meseleleri romanlaştıran bir düşünür olarak mı yoksa romancılığı ile yeri geldiğinde sosyal bilimcilerin aralayamadığı kapıları aralayan bir edebiyatçı olarak mı ele alacağız?” [11] sorusunu sorar. Baş, Kemal Tahir’i öncelikle bir romancı olarak görmenin daha doğru olacağını düşünenler arsında yer aldığını belirtir ve İ. Coşkun’dan alıntılayarak Kemal Tahir’in söylediklerini şu şekilde aktarır: “Edebiyatçı, bilimin vardığı yerden sonrasını zorlamak zorundadır. Bunun için de onun kanunlarını, onun geleceğini, onun nereye doğru gelişebileceğini aşağı yukarı kestirmek zorundadır. Yoksa, bilimsel olarak belirlenmiş bir şeyi uzun sayfalarla ispatlamak durumuna düşer ki, bu da edebiyatçının ne vazifesidir, ne amacı”[12]

Bilindiği üzere yaşanmış olmasına rağmen geçmişi tüm yönleriyle asla bilemeyiz; bu nedenle de geçmişe dair bilgilerimiz daima boşluk içerir. Romancıların ve genel olarak sanatçıların yaratıcı cesareti sayesinde bu boşluklar doldurulur ve geçmiş denen şey ete kemiğe bürünerek karşımıza gelir. Nasıl ki iskelet parçalarından yola çıkılarak geçmişte yaşamış bir canlının vücut özellikleri günümüzde gerçeğe yakın bir olasılıkla yeniden inşa edilebiliyorsa tarihi romanlarda da artık “geçmiş” olarak nitelenen olay ve olgular kendi doğal nedensellikleriyle yeniden tarif edilebilmektedirler.

Dilin Gösterişli Kullanımı Üzerine

Tarihsel romanın envanterinde her ne varsa bütün bu ögeler, yansıtılmak istenen tarihsel dönemin gerçekliğiyle tutarlı olmak zorundadır. Bu tutarlılık en başta da dil için bir zorunluluktur. Öte yandan dili birebir yansıtmak her zaman için mümkün olmayabilir. Eserdeki otantik söyleyiş doğrudan tarihsel sürecin içinde ne kadar gerilere gidildiğine bağlı olarak değişkenlik gösterecektir.

Yılmaz Daşçıoğlu bu konuda şunları söylüyor: “Yazarın bu romanında göze çarpan bir sözcük öbeği de ‘olgörüp’, ‘ağlamayabilmek’, ‘olabilemez’ gibi ne yazıldığı dönemin ne de hikâyenin yaşandığı dönemin dilinde bulunan sözcüklerdir. Yazar muhtemelen bu tür sözcükleri okurda tarihsel bir duygu uyandırmak amacıyla arkaik faktörler olarak kullanmayı amaçlamıştır ve bunda da başarılı olmuştur. Bu türden sözcükler anlatımın tarihsel nitelik taşıdığı sanısını uyandırıyor” [13]

Devlet Ana’da dilin gösterişli kullanımı doğrudan doğruya büyük bir tarihsel olayın tanıklığını tasvir etmenin sorumluluğundan kaynaklanmaktadır. Yazar gerçekte sade ve anlaşılır bir dili tercih etmesine rağmen eserde zuhur eden anlatım belki de üslup özellikleri sayesinde görkemli bir hal almıştır. Böylesine büyük bir şahitlik için gerekli olan dilin basit bir üslupla sunulması kuşkusuz ki eseri sönük gösterirdi. Diğer taraftan diyalojik yapının ironik anlatım tekniği ile güçlendirilmesi Devlet Ana romanının dilini gösterişli bir dil formuna sokar. Konuşmalar genellikle gürül gürül akar ve diyaloglardaki düşündürücü, harekete geçirici söyleyişler, meydan okumalar hiç eksik olmaz. Dilin bu denli operasyonel kullanılışı Homeros’un İlyada’sındaki epik söyleyiş özelliklerini çağrıştırır. Hatta Dede Korkut’tan, Kelile ve Dimne’den, Siyasetname’den bir bölüm okur gibi de hissederiz. Devlet Ana’da dilin gösterişli bir tasvir unsuru olarak karşımıza çıkması anlatının okura kolay geçmesine yardımcı olurken anlatılanların tarihsel gerçekliğini de daha az sorgulamamıza neden olur. Eserde gösterişin dili değil dilin gösterişi egemendir. O dönem için Anadolu’da yerleşik her tür toplumun ve inanışın birbirlerine bakışı -önyargıları da dahil olmak üzere- doğal seyrinde; ekonomik alt yapı kültürel üst yapıyı önceleyecek şekilde dilin ideolojik gücüyle tasvir edilir.

Bu kısımda romanı henüz okumamış olanlar için dile dair bazı örnekler vermemiz uygun düşecektir.

  • “Bu yüzden kılavuz kısmının canı kılın ucundadır. Kılavuzluğun pahalı olması bundan…” (s.69)
  • “…’Bundan böyle, hiçbir yolsuzluk bize, erişebilemez’, diye kibirlenmişler, çizgiden çıkmışlar, doğruluğu şuraya koyup eğriye sapmışlar. Sohbetler, yarenler bozulmuş, sofralara haram girmiş, nefisler kuduz canavar gibi azgınlaşıp gem almaktan çıkmış. Alplığın yerini yavuzluk, utanmanın yerini yüzsüzlük kapmış. Bilmekliğin uyanık ışığı sönüp bilmezliğin uykulu karanlığı yerin yüzünü sarmış. Ahiler, pir kapılarını boşlayıp beğler kapısına birikmiş… Oysa, bu dünyada, her bir nesneye bozuntu elverir, ahiliğe erişebilemez!” (s.107)
  • “Dündar biraz pepeme olduğundan toplantılarda kendi konuşmuyor, Daskalos Derviş’i öne sürüyordu. Daskalos, İznik Ayasofyasının baş papazının biricik oğluydu. Papaz çömeziyken şarapçılığa, karıcılığa, sonra da kumarcılığa vurmuş, serseriliğinden usanıp harçlığını kesen babasına acı çektirmek için din değiştirip Yusuf adını almıştı.” (s.174, 175)
  • “_İki sözüm daha var bilmeyene ve de bilip unutana! Burda Cengiz yasası yürümez. Çünkü soylular kurultayı yoktur bizim töremizde… Gazi birliğidir bu… Soyluluk ağır basabilemez, kendi başına… Kişinin değerine bakılır. Danışmamız, danışmakta hayır olduğundandır. Bir de, Konya’ya ‘Uç Beyliği fermanı şu anda yazılsın!’ diye kağıt salınacağındandır. Uzatmayalım! Osman Bey’in mutlu ola Beyliği!

_Olaaaa!

_Ak ola yüzü…

_İşittik, sevindik. Uygunu budur!

_Fatiha gelsin!

_Fatihaa!” (s.189)

  • “_Yiğit Ertuğrul Beyimizin şahana benzer canı, gerçek mutluluk evine gitti. Bu yeri bırakıp gidenlerin birincisi Ertuğrul Beyimiz değildir! Dertlenme! Ölüm geldi! Yiğit gitti can kalmadı, nam kaldı. Ne mutlu!” (s.192)
  • “_Otuz dişli ateş anam! Karanlık gecelerde körpe gelinler gibi kızıl saçlarını savurarak oynayan ateş anam! Gelenlerin başında, gidenlerin ardında parlayan anam ateş! Kara yanaklı ak koç sana kurban olsun! Kara çeliğin dövülmeye başladığından bu yana, sen ateş anamız, açları doyurdun, üşüyenlerimizi ısıttın! Bizi sıcaklığınla besle! Gözet bizi! Çoğalalım! Gözet, köklerimizi şeytan sökmesin! Uruy!

_Uruy!” (s.192, 193)

  • “İnkar yiğidin kalesi diye kasıldı Hophop” (s.322)
  • “_Hey akılsız Mavro, şeytanı napalım, koca Tanrıyla çekişen taşlanası kör şeytanı?.. Evet, Müslümana bağışlanan atın birazını da gavur-Frenk takımı ele geçirmiştir, ‘At ağasına göre kişner’ denilmesi bundandır. At, fikirli olduğundan iyi biniciyi kötüsünden ayırır ossaat… Ayırt etmesi, ‘Bana bakar’ diyerektendir. Ata bakacaksın ki, zora düştüğünde ardına bakmayacaksın! ‘Ata binersen koca Tanrıyı, attan inersen atı unutma’ denilmiştir ve de ‘Ata düşman gibi binmeli, dost gibi bakmalı’ denilmiştir. ‘At atı yemlikte geçer’ denilmesi, hey sefil Mavro bu anlamadır. Ne var ki, ‘Atım tepmez’ denilmeyecektir, nitekim, ‘İtim kapmaz’ demeklik de yoktur ve de at, ulu yaratık olduğundan, Tanrının övgülüsü, yiğidin sevgilisi olduğundan kimsenin atına ‘Eşek’ denilmeyecek ki, boşuna döğüş çıkmaya, sövüşmek tepişmek, dalaşıp çekişmek hiç olmıya…” (s.504)
  • “’İnsanlar ne yana gitseler, ölümlerine doğru giderler’ demişti, bir gün Şeyh Edebâli…” (s.715)

Devlet Ana Romanında Öne Çıkan Başlıklar

Romanda adı geçen Osman Bey, Ertuğrul Gazi, Orhan Bey, Şeyh Edebâli, Akçakoca, Dündar Alp gibi kişiler gerçek tarihsel kişiliklerdir. Ancak bu kişilerin romanda tasvir edildikleri kişiler gibi olmaları zayıf bir olasılıktır. Diğer yandan olay örgüsü için gerekli olan kurgu karakterler ise Bacıbey, Kerim Çelebi, Mavro, Notüs Gladyüs, Uranha, Çudar Oğlu, Keşiş Benito gibi gerçekte hiç yaşamamış olan karakterlerdir.

Tarihsel eleştiri ve sosyolojik eleştiri kuramları açısından incelemeye tabi tutulan Devlet Ana romanı ile ilgili olarak pek çok tespitte bulunulmuştur. Bunlardan bir tanesi de anakronizm sorunudur. Eser genel anlamda anakronizme düşmez. Bu yönüyle de başarılıdır. Kerim Çelebi’nin bir hazineymiş gibi sahiplendiği ve Keşiş Benito’nun mağarasından bulup getirdiği o kitaplardan biri olan Kelile ve Dimne’nin gerçek yazılış tarihi ile romanda geçen olayların tarihindeki uyuşmazlığı saymazsak romanda başka bir anakronizme daha düşülmez. Kerim Çelebi burada henüz yazılmamış olan bir kitabı okumuştur. Tarihsel eleştiri açısından bir kurgu hatasının tespitine güzel bir örnektir.

Romanda oğlancılık, sübyancılık, küçük yaşta evlilik, çok eşlilik, Müslümanların da şarap tüketimi, yeme içme alışkanlıkları, savaşçılık, silahlar, at ve diğer evcil hayvanlar, tarım arazisi ve bataklık, yayla göçleri, düğünler, siyasal ittifaklar, adaletsizlikler, vergiler, esirlik kurumu, cariyelik, kölelik, Bey töresi, simyadan kimyaya doğru yol alış, Moğol istilası, Selçuklu’nun çöküşü gibi çoğu hala güncelliğini koruyan pek çok konu edebiyatın insanı şekillendiren dokunuşlarıyla bir güzel işlenmiştir.

Yukarıda daha önce de belirttiğim gibi geçmişte çok tartışılan bu güzel eser uzunca bir süre daha incelenmeye değer görülecektir. Hazır, söz geçmişe gelmişken William Faulkner’ın söylediğini öğrendiğim bir özdeyişle bitirelim: “Geçmiş, asla ölmüş değildir. Aslında geçmiş bile değildir.”       


  • [1] Kemal Tahir, Devlet Ana, s.107, Bilgi Yayınevi, 5. Baskı 1975
  • [3] İbrahim Biricik , Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi 5/3 2016 s.1267-1287 
  • [4] ATÜT hakkında Bilim Ve Gelecek Dergisi Yazarlarından Kaan Polatlar’ın yazısını buraya bırakıyorum.

ATÜT tartışmaları ve Doğu-Batı ikiliğinin reddiyesi | Bilim ve Gelecek

  • [5] Bekir Topaloğlu, “Kerîm”, TDV, İslam Ansiklopedisi
  • [6] Kemal Tahir, Devlet Ana, s.122, Bilgi Yayınevi, 5. Baskı 1975
  • [7] Kemal Tahir, Devlet Ana, s.140, Bilgi Yayınevi, 5. Baskı 1975
  • [9] Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik 2. Baskı İmge yayınları Ankara s.217
  • [10] Kemal Tahir, Notlar/Batılılaşma, Bağlam Yayınları, İstanbul s.186
  • [11] Muhammed Fazıl Baş, Bataklık ve Bozkır: Kemal Tahir’in Devlet Ana ve Bozkırdaki Çekirdek Romanlarında Birey İnşası, Humanitas-Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, s.107
  • [12] Muhammed Fazıl Baş, a.g.y. s107 ve Coşkun, İ. (Ed.). (2023). Kemal Tahir ve “Türk Romanı”: Eleştiriler, tartışmalar, cevaplar. Ketebe yay.
  • [13] Yılmaz Daşçıoğlu, Akademik İncelemeler Dergisi, s. 76, Cilt 5, sayı 2, 2010