YAŞAMAK NE GÜZEL ŞEY
Memleket
Yaşamak ne güzel şey! Ailen, dostların, sevdiklerin! Hatta yedi kat yabancısı elin! İnsan olmak! İnsan olduğunu bilmek ne güzel!
Bir süredir memleketimdeydim. Kara tahtadan elimi çektim çekeli artık daha sık uğruyorum memleketime. Her gittiğim mahalde gelip buluyor anılarım da beni. Misal, Sağlık Ocağı’nın oradan mı geçiyorum; bakıyorum ki hala orada yan taraftaki kumlukta ‘Pele topu aldı, Pele bir çalım daha attı’ diyerek önüme düşüyor akşama kadar koşturan çocukluğum.
Hey gidi günler diyorum! Mesela Samsun’da geçen günlerim, serseriliklerim, uçarılıklarım! Her önüne gelene devrimcilik taslayan yeni yetme hallerim, hırçınlıklarım! Âşık olduğum; fakat içip içip niye ağladığımı bilmediğim o alaca karanlıklar! Kimsenin bilmesini istemediğim tuhaf huylarım, ergen triplerim! Hani neredeler şimdi? Hepsi ne çabuk terk ettiler beni! Etsinler! Etsinler ama yine de aklım başımda kalsın e mi! Ve ne olur hiç kaybolmasın yaşamanın tadı damağımdan.
‘Dante gibi ortasındayız ömrün’ demişti şair. Ortayı geçeli çok oldu. Bir türlü konduramıyorum gelip geçici olmayı kendime! Biliyorum ki ‘meydana gelen meydandan gidecektir’ bir gün. Nice uygarlıklar yitip gitti. Öyle dememiş miydi Melih Cevdet Anday:
‘Ve yıkıldı gitti Likya
Hala yeşil bir defne ormanı altında’
Her şeyin bir zamanı var; gezip görmenin, seyyahlık etmenin de! Bir tepede oturup batan güneşi izlemek ya da bir kıyıda bir gün doğumunda serin sulara dalmak! Sevdiğinin ellerini tutarak bütün hırslarından arınmış olarak bunları yapabilmek ne kadar güzel!
Ören yerlerinde, yıkık saraylarda, anıt mezarlarda ve tapınaklarda tek bir şey gördüm bu vakte kadar; bizim gibiydiler ve buradaydılar! Gittiğim her yerde rüzgâr bunu doladı diline, ağaçlar gölge diye bunu verdi başımıza. Yaslandığım her duvar onları anımsattı bana.
Geziyorsan ve gördüklerini yazacaksan; gözün gönlün daima açık olmalı diyorum kendime. Mesela denize kıyısı olan bir kasabada mı geziyorsun? O zaman ağlarını onaran balıkçıları ve balıkçılara sırnaşan martıları, kürkü iyot kokan nöbetçi kedileri hemen fark etmelisin diyorum. Kızakta bordaları zımparalanmış, macun çekilmiş, zehirli boyayla boyanmış, kırk yıllık kayıkları ta uzaklardan görebilmelisin mesela. Ören yerindeysen eğer; koruk suyundan içmeli, biblo satan kadınla konuşmalısın diyorum. Dili dışarıda kalmış ve peşin sıra yürüyen o güzel köpeciklere güler yüzünü göstermeyi sakın unutma diyorum! Su istiyorlarsa su, sevgi istiyorlarsa sevgi ver onlara.
Güneş altında çalışan köylülerin nasıl kat kat sarınıp çalıştıklarını görebilmelisin. Onları böyle sarınmış vaziyette çalışırken fark ettiğinde sıkışmasın kalbin. Nihayetinde sen de bir çalışansın, çalışmanın zorluklarını bilirsin. Fakat burada gördüklerini de unutma! Onların tatil nedir bilmeyen yüzlerindeki bu esmer kalınlık binlerce yılın izidir; bu izi unutma diyorum kendime! Belki de bunları düşünürken keyfin kaçacak ve ister istemez kafanı öbür yana çevireceksin. Bir de bakacaksın ki öbür yanda şezlongunda yanında uzanmakta olan ve kendini dünyaya kapatmış gibi uyuyan o yorgun büro çalışanı var! Hem eşini hem de işini tatile getiren; iş ile eş arasında sıkışıp kalmış gibi görünen bu insanların hayatı doğru yerden yakalama telaşlarını gözleyeceksin. Saygı duyacaksın üretenlere. Saygı kirlenen ruhumuzun sabunudur diyeceksin belki de. Bir zeytinyağı müzesini gezerken böyle düşünmüştüm ben de. Çünkü yaşamak hepsiyle birlikte yaşamaktır! Ve ne güzel şeydir insanca yaşamak.
İşte, geçmişin hazinesi bir kez daha karşımızda! (Amforalar, altın sikkeler, altın taçlar, yontma taştan yapılmış keski kalıpları daha nice materyal, han, hamam ve saray ve kale duvarları ve üst üste yığılmış medeniyetler! Hiç kimse hiçbir şey götürememiş bu dünyadan. Ya bunları yapanlar ve yaptıranlar, soylular, krallar, haşmetliler? Onlar neredeler?) Gezip görmeli insan! Çünkü gördüklerin etki edecektir kimyana, ruhuna duhul edip duruş katacaktır sana. Böyle anlatıyorum kendime her şeyi.
Eskisi kadar uzun yürüyemiyorum artık. Ne çok severdim karman çorman bir kafayla yola düşüp hidayete ermiş gibi eve dönmeyi. Eskiden vahşi bir tadı vardı kendini yolda bilmenin. Şimdi çabucak yoruluyor kalbim.
Sırasıyla anlatalım…
Ordu’dayız Yason (İason) Burnunda. Hava mis gibi. Rüzgârda konumunu sabitleyebilen gösteriş meraklısı bir martıyı izliyorum. Çocukluğum geliyor gözlerimin önüne. Gösterişi seven, şapşal, haylaz çocukluğum! 302 Mercedes’te bir koltukta iki kişi; anasının dizinde Samsun’a giden ve Yalıköy’de molada köfte ekmek yemeyi umut eden çocukluğum! Sonra şoför abiler geliyor gözümün önüne; Bolaman virajlarında hamsi kamyonlarını sollamak için hepimizi hop oturtup hop kaldıran bıçkın şoför abiler.
Boztepe ve Ordu sahili… Sonraki gün Giresun’da Kümbet yaylası, Kuzalan Şelalesi ve Mavi Göl! Ve bir sonraki gün Sümela! İnsan buraları gezip görmeden ölmemeli diyorum! Ressamlar bu yaylalardan almalılar ışığı fırçalarına. Çünkü buralıdır rüyalarda gördüğümüz yeşilin üstüne kolayca kondurulmuş olan o bulutlu mavi. Sonra anlamsız bir biçimde HES’lerin kafeslediği derelerin uğultusu dolduracaktır kulaklarını. Kör değilsen eğer selin yıktığı aymazlığı da göreceksin ‘Allahtan ümit kesilmez’i de!
Dağ başlarında yıkık dökük kiliseler göreceksin, kayalara oyulmuş kiliseler. Halkını, cemaatini, hukukunu yitirmiş kimi bin yedi yüz yıllık kiliseler. Onları görünce senden önce burada yaşayanları da anacaksın. Neden gittiler diye düşüneceksin, ne oldu buralarda? Cevaplarınla yüzleşebilecek misin? Cevaplarına inanabilecek misin? Cevaplarındaki politik etkiyi azaltabilecek misin? Burada başkaları da vardı ve buraları özlemişler midir diyebilecek misin? Sen herkesten önce ve herkesten daha çok kendin olabilecek misin? Mesela işte Sümela! Ortak mirası insanlığın. Koruyabilecek misin?
Zaman buharlaşıp gidiyor, bir ay sonra rotam Küçükkuyu’ya çevriliyor.
Tekinsiz kayıklara doluşup karşı kıyıları düşleyenlerin denizine; Ege denizine doğru yol alıyoruz. Can Yücel Ege denizi için efendi deniz derdi; suyun sinesindeki Aylan’ları anımsadıkça Ege denizi birden ayrılık deniz oluyor içimde.
(…)
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
(…)
Küçükkuyu’da Elit Panderma’da konaklıyoruz. Son birkaç yıldır bu pansiyonda kalıyoruz. Çünkü kolayca odadan denize iniyoruz. Deniz pırıl pırıl. Ayrıca artık burada da arkadaşlarımız var. Bizi görünce hoş geldiniz diyorlar. Biz de onları görmekten memnunuz.
Pansiyona yakın yerleri gezip görmek istiyoruz. Yeniden Assos antik limanı ve Behramkale’yi ziyaret ediyoruz. Bu kez yangından yeni çıkmış buluyoruz Behramkale’yi. Yangından son anda kurtulan kuzular gibiydi, şaşkındı Behramkale’li esnaf. ‘Dağları korku sarmış’ sözü yanıp kavrulan, kararan bu yamaçların önünde daha da bir anlamlı görünüyor.
Heinrich Schliemann
Gayet iyi biliyorsun bunu; çünkü böyle başlamıştı hikâye. Yani Schliemann’ın Troya hazinesini yağmalamasıyla!
Heinrich Schliemann, İlyada’da okuduklarından etkilenerek Troya’yı bulmak için bütün servetini harcamayı göze alan tutkulu bir tüccardı. Gerçekten de bütün parasını sondaj ve kazılarda harcadı. Osmanlı’dan özel izinler çıkarmak için devlet görevlilerine paralar ve hediyeler sundu. Schliemann Troya’yı bulup keşfedinceye kadar Troya kenti, varlığından pek de emin olunamayan ve sadece kitaplarda adı geçen antik bir kent durumundaydı.
Arkeolog değildi Schliemann, kimilerine göre aç gözlü bir defineciydi. Hem de tıpkı Akha’lılar gibi Zeus’un gözleri önünde tahrip edip yağmaladı Troya’yı! [1]Böylece gölge düşürmüş oldu o büyük başarısına. Çünkü keşif öylesine büyüktü ki dünya onun hırsızlığını unutamasa da Troya’yı gün yüzüne çıkardığı için literatürde onurlandırılmaktan geri bırakılmadı. Rüstem Aslan’a göre; “Schliemann, amaçları doğrultusunda ‘hazine avcılığı’ yapmakla suçlanmıştır. Bu suçlamalar, Türk yetkililerin güvenini kötüye kullanmak gibi, kimi yönleriyle doğruluk payı taşımakla birlikte, aslında Schliemann çoğunlukla iddia edildiği gibi bir ‘altın arayıcısı’ değildi. Tersine amacı yerleşim kalıntılarını gün ışığına çıkarmaktı. Schliemann, arkeolojik kazı yöntemlerinin yeni yeni geliştiği bir dönemde çalışmış, bu yüzden başlangıçta buluntular arasındaki ilişkileri anlayamadığı için önemli ölçüde tahribata neden olmuştur (…) Troya kazıları, dünya kamuoyunda arkeolojik çalışmalara karşı geniş ilgi uyandırmış, Schliemann’ın kazılarından elde edilen deneyim kazıbilimi için yol gösterici olmuştur.” [2]
Niye böyle oldu demeye gerek yok. Çünkü bilim, keşfedilen olgunun kendisiyle ilgileniyor, etiğiyle değil! Etiğini tarihi inşa edip yazanlara bırakıyorlar. Tarihi inşa edenlerle yazanlar ise kendi aralarında genellikle hemfikir olamazlar. İster bir anlatı şekli ister bir bilim dalı olarak ele alınsın, resmî ideolojinin bizlerden umduğu üzere hemfikir olunabilecek bir alan değildir Tarih! Bunca tantanaya ve hamasete gerek kalır mıydı yoksa?
Troya’dan kaçırılmış olan eserlerin önemli bir kısmının II. Dünya Savaşında Berlin’i ele geçiren Sovyet askerlerince savaş ganimeti olarak Rusya’ya götürüldüğünü öğreniyorum. Bu bilgi beni şaşırtıyor biraz. (Proletarya iktidarının çalınmış eserlere el koyup onları çalındıkları yere iade etmelerini bir an için bekleyen romantik sosyalistlere, beklentiniz nafile demek istiyorum! Çünkü reel politik başka dinamiklerle ilerliyor!)
Günümüzde de Troya hazinelerinin Rusya’dan iadesi talebine -hazinelerin bir ‘savaş ganimeti’ olarak Almanya’dan getirilmiş olması bahane gösterilmiş- olumlu bir yanıt verilmemiştir. [3] Kırktan fazla ülkeye dağılmış bulunan Troya hazinelerinin önemli bir bölümü bugün hala Puşkin Müzesi envanterindedir.
Apollon Smintheus Kutsal Alanı
Asya kıtasının en batı ucunda yer alan Apollon Smintheus kutsal alanı Ayvacık ilçesine bağlı Gülpınar köyündedir. Bilindiği gibi Apollon [4] figürü Yunan mitolojisinde önemli bir yer tutmaktadır. Farklı sıfatlarla tanınan Apollon bu bölgede ‘Smintheus’ (fare) sıfatı ile tanınır. Apollon’a ‘Farelerin Efendisi’ anlamındaki ‘Smintheus’ ismiyle tapınılırdı. Bu nedenle tapınağın adı da Apollon Smintheus’a adanmış yer anlamına gelen Smintheion’dur.
Farelere Tapmanın Mükafatı
Her tapınak gibi Apollon tapınağı da insanların tanrılara duyduğu minnet nedeniyle inşa edilmiştir. Akha’lılar ile Troya’lıların büyük savaşında Apollon savaşın gidişatına etki eden bir figür olarak karşımıza çıkar.
Troya’yı yağmalayan Akha’lılar Apollon tapınağı rahibi Khryses’in kızını da kaçırırlar. Kızı sahildeki karargâha götürürler. Rahip yalvarsa da kızını yağmacılardan kurtaramaz ve bu nedenle Farelerin Efendisi Apollon Smintheus’tan yardım ister. İlyada Destanında Anadolu’nun büyük ozanı Homeros bu durumu şöyle betimler;
“Ey Khryse’yi, kutsal Killa’yı koruyan, gümüş yaylı
Tenedos’un güçlü kralı, Smintheus, dinle beni.
Bir gün sana yaraşır bir tapınak yaptıysam,
Boğaların, keçilerin yağlı butlarını yaktıysam senin uğruna,
Şu dileğimi tez elden yerine getiriver;
Gözyaşlarımın öcünü al Danaolardan, oklarınla”
(Homeros, Ilyada I. 37-42)
Bu yakarışın üzerine farelerin efendisi Apollon, veba mikrobu taşıyan okları ile Akha ordusuna saldırır ve orduya ciddi zaiyat verir. Bu yaşananlar Troya savaşının seyrini değiştirir, kız geri getirilir ve ordu vebadan kurtulur [5]
Apollon Smintheus Kutsal Alanındaki çalışmalarda epeyce yol alındığı belli oluyor. Etraf sessiz sedasız fakat yine de çalışanları görebiliyorsunuz. Belki bizim ziyaret ettiğimiz dönem ve saatle ilgili olsa gerek sahiden de kutsal bir alanda dolaşıyor olmanın uhrevi sessizliğiyle karşılaştık. Heykeller, frizler içinde güzel ve bakımlı bir alanı görmüş olduk. Aklımda kaldığı kadarıyla nar, incir, dut, söğüt, meşe palamudu, köknar ve ceviz ağaçları ile adeta dekore edilmiş bu güzel alanda ağaçların yarattığı serinlikte o günkü 38 derecelik hava sıcaklığına rağmen dolaşabildik. Müzenin giriş kapısındaki kamelyada dinlendik ve oturduğumuz yerden asmalara uzanıp üzüm yedik.
Dönüş…
Troya’yı dönüşe bırakmıştık. Hava her zamanki gibi çok sıcaktı; fakat insanı bunaltmayan bir esintinin peşimiz sıra dolaştığını da itiraf etmeliyim. Ören yerinde hemen girişteki bir bölümde Truva atının yeniden inşa edildiğini görüyoruz. Sonra surların ve şehrin içinde önerilen istikametlerde geziyoruz. Schliemann Yarması diye anılan yeri görüyoruz. Uzakta ipince bir mavilik şeklinde denizi tespit ediyoruz. Truva filmindeki sahneler canlanıyor gözümde. Akhilleus Hektor’u ayaklarından savaş arabasına bağlıyor ve sonra da tam yedi tur boyunca sürüklüyor onu. Böylece yakın dostu Patroklos’u öldüren Hektor’dan tüm Troya halkı önünde öcünü almış oluyor. Ne de olsa yarı tanrıydı Akhilleus. Fakat acımasız Akilleus karşısında Hektor’un yiğitliğine imrenmemek elde değil.
Ören yerini gezip gördükten sonra hemen yakındaki dört katlı Troya müzesine doğru yol alıyoruz. Müzede pek çok eseri yakından görme şansı buluyoruz. Ayrıca ‘Aineias’ın Göçü’ adıyla göç temalı bir karma serginin açılışına da tanıklık ediyoruz. (Bilindiği gibi Roma İmparatoru Agustus; Roma soyunun Troya savaşından sağ kurtulan Aineias’tan geldiğine inanır. Bu nedenle dönemin ünlü şairi Vergilius’u ‘Aineias’ın Göçü’ destanını yazması için teşvik eder.)
Bütün her şeye rağmen bu müzelerin tıklım tıklım olması gerekirdi diye düşünüyorum. Gerek yerli gerek yabancı turistler yeteri kadar rağbet etmemişlerdi buraya. Nedeni ise gayet açıktı! Kültür gezisi yapmak artık lükse kaçıyordu Türkiye’de.
Müze kart uygulaması müzeleri ziyaret için son derece değerli bir çözüm olarak görünüyor. Fakat asıl sorun memleketin diğer köşelerinden gelip buraları görmek isteyenlerin buraları görmek için ayırmaları gereken devasa tatil bütçelerinde. Tatil standardı yüksek olanlar için akıl almaz fiyatlar verildiğini biliyoruz. Çalışanların ve emeklilerin satın alım gücündeki azalma ise onları bu güzelim yerlerden tamamen uzaklaştırmış durumda.
Türkiye’nin artık turistler için bile pahalı bir ülke haline geldiği sır olmasa gerektir. Büyük tur operatörlerinin Türkiye’deki rezervasyonlarını iptal ettirip alternatif destinasyonları denediklerine dair pek çok haber okuduk hepimiz. Liyakat yerine sadakati öngören hükümet politikalarının doğrudan etkisi değilse nedir bu? Yıllardır bilinçli, kasıtlı sürdürülen bu yozlaşmanın kendiliğinden değişmeyeceğini biliyoruz. Fakat sonuç ne olursa olsun insanı dışlayan, aşağılayan, metalaştıran bu sistemler de tıpkı şimdi bu ören yerlerinde gördüklerimiz gibi yıkılıp gidecekler bir gün. Çünkü daha iyisini yaratmanın mücadelesini verenler de hiçbir zaman eksik olmayacaklar tarih sahnesinden. Onları oraya tarihin çöplüğüne göndermek ise mücadele edenlerin vazgeçilmez bir görevidir.
Homeros ya da Melesigenes Hakkında Birkaç Söz…
Şurası bir gerçek ki bugün bile dünyanın en tanınmış kişileri arasındadır Homeros. Ayrıca en merak edilen ve hakkında en çok varsayım üretilen kişileri arasındadır. Çünkü yazdıkları çağlar boyunca okunmuş ve anlattıklarının gerçek olup olmadığı tartışılmış biridir. Son tahlilde onun güçlü bir anlatıcı ve değerli bir ozan olduğunu söylememiz gerekiyor. (Şiirin ve şairin etki gücünü kavrayamayanlar için bir anımsatma olsun bu)
Anlattıklarıyla tarihe, kültüre yön vermiş bir kişiliktir Homeros. Kendinden öncekiler gibi köy köy dolaşarak hikâye anlatmış, şiir okumuş bir bütün olarak destan söylemiştir. Asıl adının Melesigenes olduğu biliniyor. Homeros adı ise herhangi bir şahsa verilen türde bir ad değildir. O devirde köy köy gezip destan söyleyen kişilere verilen bir addır. Bu yönüyle Kürt toplumundaki Dengbejlikle Homerosluk arasında paralellik kuran halkbilimciler araştırmacılar bulunduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Günümüzde Homeros denildiğinde artık tek bir kişiyi anlıyoruz: Melesigenes!
İlyada Destanında 10 yıl süren Troya savaşının 10. yılındaki son 51 günü anlatılmıştır. Odysseia Destanında ise savaştan sonra tanrıların gazabına uğradıkları için eve dönüşleri 10 yıl süren Akha’lıların eve dönüş maceraları Odysseus eksenli anlatılmaktadır. Bir görüşe göre Homeros bu ikinci destanı yazmak için yaklaşık yirmi yıl gözlem yapmıştır. Başka bir görüşe göre Homeros tek bir kişi değildir. Başka bir görüşe göre ise Homeros gözleri görmeyen biridir. Bütün bu görüşler için oldukça ciddi kanıtlar ileri sürülüyor. “Homeros’un var olup olmadığı tartışma konusu iken bir de onun kör olup olmadığı tartışmaları Homeros sorunu içerisinde büyük bir yer tutmuştur. Gerek eski heykeller gerek modern resimlerde Homeros’un kör olarak tasvir edildiğini görürüz. Odysseia Destanı’nda Demodokos adında kör bir şairin var olması ve bu şairin Homeros’un kendisi olduğu düşünülerek böyle bir kanaate varılmış olabilir. Zaten bunu ispatlayabilecek hiçbir kaynak mevcut değildir. Şairin kör olmasına rağmen bu kadar geniş bir sahaya yayılan bilgi dağarcığına nasıl ve nereden sahip olduğu meselesi şaşırtıcıdır. Yeni Platoncu düşünürlerden Proklos şöyle diyor: ’Homeros kimin oğluydu, nerede doğdu, yaşadı? Bunu açıklamak kolay değil. Çünkü kendisi bu yönde bize hiçbir bilgi vermediği gibi ondan söz edenler de kesin bir sonuca varamamışlar ve bir sürü hayale kapılmışlardır. Kimi Kolophon’da doğduğunu, kimi Khios’ta, kimi İzmir’de, kimi İos’ta ya da Kyme’de dünyaya geldiğini söyler. Kısacası hiçbir kent yoktur ki Homeros’u kendi oğlu gibi benimsememiş olmasın. Bu yüzden Homeros’a dünya yurttaşı desek yeridir’
Yine Proklos’un Homeros’un kör oluşuyla ilgili bu düşünceyi alaya alan bir sözü vardır. Homeros’a kör diyenin kendisinin kör ve aklen sakat olduğunu belirtir. Ve dünyada Homeros kadar çok şey görmüş kim vardır diye sorarak onun ne kadar canlı bir şiire sahip olduğu mesajını verir.” [6]
Aynaya Bakana Öneri…
Hayatım en büyük servetimdir diye düşünüyordun belki; halbuki servetin hayatın oluvermiş şimdi! Demek ki bu durumda ayakta öldüğünü bile anlayamamışsın! Herkes gibi usulcacık sen de bırakıverdin her geçen gün değerini yitiren hayatını orta yere. Hiçlikte eşitlendin, değer görmekte hiçleştin. Çünkü sen de inandırıldın çalışmanın kutsal ideolojisine.
Kale duvarları, yollar, agoralar, hamamlar, fırınlar, savaş arabaları ve silahlar yaptın dostlarınla. At bindiniz sadık köpekler buldunuz kendinize. Çömlek yapanlar ekmek yapanlara, urba dikenler ot biçenlere, yol kesip eşkıyalık edenler yasaları yazanlara karıştılar. Sen de vardın içlerinde o yiğitlerin ve o haydutların. Unuttun merhameti. Halbuki bu kibir zehirli bir sarmaşık gibi bacağına dolaşıp seni kımıldayamaz hale getirdiğinde anlayıverdin yalnızlığını. Ne çok uzaklaştınız serinlik veren bağlardan, ceviz ve dut diyarlarından, incirin göğüslerden süt gibi aktığı, söğütlerin imbatlarla sallandığı o kıyılardan. Yetmedi hiçbirinize zeytin ağaçları. Eris’e özendiniz, kirlendi huzurunuz. Kız kaçırdınız öteki yakadan. Ölümüne boy verdiniz fırtınalı denizlerde. Belki yenilmediniz fakat hiçbir zaman galip de sayılamadınız insanlık yolunda. Çünkü galibiyet haklının haktan aldığı kelimedeydi. Dinlemediniz ozanlarınızı, bilgelerinizi. Çünkü geçemedi vebanın surlarını o büyük ordularınız. Rahipler, biliciler sardı yaralarınızı. Ruhunuza iyi gelen iyi gelmedi kopuk kollarınıza. Ekonomi dediniz, din dediniz, yarattığınız bu büyük talana! Yağmanın buyrukları mızrağını size çevirdiğinde hemen hatırlayıverdiniz adaleti! Sen de oradaydın adalet arayanlar arasında!
Kölelik ettin, kapıda kul oldun, hakkını hukukunu bilmeyen bir işçisin şimdi de! Sana rağmen böyle kutsanamazdı kâr. Sen yardım etmesen onlara ne şarap dolardı bu amforalar ne de çil çil altın! Gelip geçiyorsun işte bu dünyadan, belki gözün açık; lakin hapiste, uykuda gibisin. Bir uyansan ne güzel olacak şu güzelim yaşamak!
17 Ağustos 2024
Esenyurt/ İstanbul
- [1] Prof. Aslan R., Yeni Başlayanlar İçin Troya, Doğan Kitap 3. Baskı (S.12)
- [2] Prof. Aslan R., Yeni Başlayanlar İçin Troya, Doğan Kitap 3. Baskı (S.127, 128, 129)
- [3] https://www.odatv.com/diger-haberler/turkiyenin-iadesini-istedigi-truva-altinlari-moskovada-sergiye-cikti-269565
- [4] “Altın Lüleli Tanrı Apollon
Anadolu kalıplarına uygunluğu pek belirgin olan Apollon’da zıt yönlü bir çift kişilik görürüz: Bir yandan Güneş Tanrısı’nın olumlu, öte yandan Öç Tanrısı’nın ürkütücü değerlerini kendinde toplar (…) Tıp Tanrısı Asklepios’u dünyaya getirtmekle insanlığa büyük iyilik etmiş olan Apollon, aynı zamanda tanrıların bir numaralı güzel konuşanı ve Zeus’un en başta gelen sözcüsüydü de. Bu ayrıcalığı onu en bilge ve insanlar arasında yasa koyucu görevindeki tanrı konumuna yükseltmiştir. Son derece karma bir kişiliği olan Apollon, aynı zamanda insan iradesinin içgüdülerine baskın gelmesini de simgeler. O içgüdüleri maddesellikten sıyırmayı- dürtü ile sağduyu, şiddet ile dinginlik arasında eksiksiz bir sentez kurarak- her zaman başarmıştır (…)”
Antik Yunan’da Mitoloji, Roza Agizza, Arkeoloji ve Sanat yayınları, (S.45) Çev. Z. Zühre İlkgelen
- [5] Arkeolojik Kazılar, Kültür ve Turizm Bakanlığı Broşürü, (S.9,10,11)
- [6] Polat F., Dünya Yurttaşı Homeros, Heyamola Yayınları, 3. Basım, (S.23,24)