Kronos’un elinde bir orak olduğu söylenir. Bu orak ile babası Uranos’tan annesi Gaia’nın yardımıyla kurtulmanın hesaplarını yapar ve bunda da başarılı olur. Zamanın kişileştirilmiş halidir Kronos.
Biliyoruz ki yaşayan her şey zamanın esiridir. Zaman (Kronos), Yeryüzünün (Gaia) karnına hapsedilmiş olan tüm kardeşlerini Göğün (Uranos) kudretinden kurtarır kurtarmasına da iş kendi çocuklarına gelince her şey birden değişiverir. Ne yazık ki kendi çocuklarını bile yemekten çekinmez zaman.
Nedendir bilmiyorum. Cesur Kronos’un elinde, o meşhur orağı dışında, daha önce hiç kimsenin görmediği ve her birimiz için ayrı, ayrı çalışan sanki bir de kum saati varmış gibi düşünüyorum. Dünyaya geldiğimiz anda bizim için çalışmaya başlayan bir kum saati! Bu büyük zamanın içinde hem kendi zamanımızı hem toplumsal zamanı hem de evrenin zamanını ölçen mükemmel bir saat! Aldığımız ilk nefesle, bir kum taneciğinin diğer tarafa sessiz sedasız yuvarlanışını hayal ediyorum. Tüm acı ve tatlı günlerimiz, kıskançlıklarımız, başarılarımız, yanlış kararlarımız ya da takdirlerimiz, bizi biz yapan her ne varsa belki de böyle başlıyordur işte.
Kronos ömrümüzü bir taraftan diğer tarafa aktarmaya devam ediyor. Uzun bir süre büyümeyi hayal ederek büyüyoruz. Sonra nasıl oluyor bilmiyoruz ama birden fark ediyoruz ki Kronos’un bizim için ayırdığı o kum saati gözümüzün önünde nasıl olmuşsa çoktan ters çevrilmiş oluyor. Hiç akmazmış gibi görünen bu geniş zamanın birden dramatik bir biçimde azaldığını duyumsamaya başlıyoruz. Bunu fark edince telaşlanmamak mümkün değildir artık! Çünkü zaman sinsice ömrümüzden alıp götürmektedir her şeyi. Geçen her dakikamız Kronos’un karnına doğru yol aldığımızı söylüyor bize. Gezilecek görülecek onca yer dururken birden bir bakıyoruz ki olmadık hastalıklar musallat oluvermiş başımıza. Eskiler boşuna dememişler ya; zaman (Kronos) hem yarattıklarını hem de yaratıklarını (çocuklarını) yiyor diye.
Peki Kronos kaşla göz arasında mı ters çeviriyor bu kum saatini, yoksa göstere göstere mi yapıyor bunu? Bilmiyoruz! Bilemiyoruz! Hiçbir zaman da bilemeyeceğiz bunu! Çünkü saatin ters çevrildiği o anı bilmek demek aslında, bizi hayata bağlayan o son kum taneciğinin de ne zaman yuvarlanacağını bilmek demek oluyor. İyi ki de bilemiyoruz o anı ve iyi ki de yoksunuz böyle bir bilgiden. Çünkü zaten hepimizin de meyli, o son kum taneciğine hiç sıra gelmeyecekmiş gibi dolu, dolu yaşamak değil miydi?
Birkaç gündür ören yerlerini, açık hava müzelerini geziyorum. Yerle gök arasında akıp giden zamanın kıyısındayım sanki. Benim için işleyen bu kum saatinin farkındayım ve işte burada durup geriye bakıyorum. Ömrüme ve ömrümün de daha gerisine bakmak istiyorum. Bu güzel göğün altında, tam olarak neler yaşandığını, kırık dökük, bu kalıntılardan yola çıkarak anlayıp yorumlamak hiç de kolay değildir elbette. Fakat şimdi anlıyorum ki; bu kalıntıların, insanı tevazuya davet eden bir tarafı da varmış meğer. Çünkü; kalıntılara baktıkça, yaşamın gelip geçiciliği birden oturuveriyor yüreğinizin bir köşesine. Yıkılmış evlere, kalelere, agoralara, su kanallarına ve ıssız kalmış bu bağlara bakıp belki de daha aklı selim bir dünya kurabilmeliydik diye düşünüyorsunuz. Sokakta, fıçılarda yaşayan Kynik’ler geliyor gözünüzün önüne. Yıkılacak saltanatı olmayan filozoflar, yoksullar geliyor. Çünkü onlar haklıydı. Çünkü onlar bugün de haklılardı. Hayatı o kadar da ciddiye almamak gerekti. Çünkü; hayatı ciddiye almamanın büyük ve düşünülmüş erdemi hâlâ ortada duruyordu ne de olsa. Para, pul, şan, şöhret! Bunlar yalnızca savaş ve yıkım getiriyordu bize. Düşmanlıklara sebep oluyordu. Egolarımızı şişiriyordu mülklerimiz. Halbuki hiçbirimiz o kadar da önemli değildik! “Kral olsan, ne yazar!” diyordu, doğa bize. “Bir tümülüste yatsan ya da küçücük bir çukura gömülsen ne yazar!” Her halükârda Kronos’un o geniş karnında bir hiçsin diyordu şu sonsuz devri daim. Küçücük kişisel çıkarlarınız için düşmanlıklar filan! “Değer miydi?” diyor. “Değmez! Boş verin bunları diyor, boş verin!”
Onların -yani eskiden burada yaşayanların- kaçamadıkları o şaşmaz son, şimdi burada bu defa, benim önümde kendini gösteriyordu işte! Hem kendi çağında ölmüş olmanın hem de başka bir çağa -yani benim çağıma- kadar uzanabilmenin tuhaf başarısını seyrediyordum. Garip bir düalite! Yaşam ve ölüm at başı birlikte koşuyorlar. Yaşama bakarken ölümü görüyorum, ölüme bakarken de yaşamı inceliyorum.
DERİNKUYU
Arife günü, Ankara’dan Derinkuyu’ya doğru yola çıktık. Tuz Gölü’nde flamingolara ve leyleklere rastlamayı umarak mola verdik. Fakat göçmen kuşlardan hiçbir iz yoktu. Muhtemelen gölün en sakin kıyısında karşı tarafta bir yerdeydiler.
Öğleden sonra Derinkuyu’ya varıyoruz. Şehrin üstünü gezmeden hemen yeraltı şehrine yöneliyoruz. Giriş kapısında kuyruk var. Fakat böylesine önemli bir yer için bekleyenlerin sayısı yine de az görünüyor gözümüze. Devlet ve yerel yönetimler, yer altı şehrini gezmenin dışında, Derinkuyu’da yapılabilecek başka bir aktivite alanı ne yazık ki oluşturamamışlardı. Üstelik müzedeki organizasyon çağdaş müzecilik anlayışının gerisindeydi. Çünkü müze aynı zamanda çevresiyle müzedir. Gelen ziyaretçilerin hem bilgilenmek hem de bir müze gezisinin konfor standartlarını asgari düzeyde burada da deneyimlemek isteyeceklerini anlamamız gerekiyor. Turizmin bayramı, seyranı yoktur. Her daim belli bir standartta hizmet vermek zorunluluğu vardır. Yeterli sayıda görevli çalıştırmak, konaklama ve dinlenme alanlarının sayısını artırmak gibi yapılması gereken pek çok iş olduğu ortadadır.
İçeri girince ve de buranın tarihi üzerine okuyunca şaşkınlıktan alamıyorum kendimi. 1985 yılında UNESCO dünya mirası listesine eklenmiş olan şehrin varlığı ev yapmak isteyen bir yurttaşın 1963 yılında yaptığı bir kazıyla tesadüf eseri yeniden ortaya çıkarılıyor. Halbuki Atinalı asker ve bir tarihçi olan Ksenofon M.Ö. 370 dolayında yazdığı Anabasis adlı eserinde bu bölgedeki yeraltı şehrinin varlığından bahseden ilk kişi olarak bilinir.
Bölgedeki ve mağaralardaki Hititlere ve Friglere ait izler dikkate alındığında yeraltı şehrinin 3300 yıldan daha eski olduğunu anlamak hiç de zor olmuyor. Şehrin 20 bin kişiyi aylarca barındırabilecek ve yer üstündekilerden gizleyebilecek bir kapasitesinin olduğu söyleniyor. Hali hazırda dünyanın en büyük yeraltı şehrinden söz etmiş oluyoruz yani.
Derinkuyu yer altı şehrinin, bu bölgede, sayısı 200’ü bulan, farklı başka yer altı şehirleriyle de ilişkili olabileceğini öğreniyoruz. Şehrin, 600 civarında farklı giriş kapısının bulunduğundan bahsediliyor. Bronz çağı, Demir Çağı, Akhamenid Dönemi, Helenistik Dönem, Roma Dönemi, Orta Çağ ve Osmanlı Dönemi boyunca kullanılmış olan canlı bir şehirden söz ediyoruz ne de olsa. 1923’teki Rum mübadelesine kadar da aktif olarak kullanıldığı yönünde bilgiler mevcut.
Yeraltı şehrinin, en yukarıdaki giriş katları, ahır olarak hayvanlar için ayrılmıştı. Böylelikle şehrin hem ısınma sorununu çözmüşlerdi hem de hayvanlardan kaynaklanan ağır kokuya bir çözüm bulabilmişlerdi. Ayrıca olası bir saldırıda hayvanların varlığı, burada gizlenenler için bir tür doğal güvenlik bariyerine dönüşmüştü.
Aşağıdaki katlara inildikçe farklı işlevlere sahip bölümlerle karşılaşıyorsunuz. Şehirde şarap mahzenleri, okul ve kilise gibi bölümler bile mevcuttu. Pek çok havalandırma bacası ile güvenli ve yaşanılabilir bir şehir inşa edildiği anlaşılıyordu. Katlar arasındaki geçişler ancak tek kişinin sığabileceği tarzda tasarlanmıştı. Belli ki buraya hükmeden her yeni uygarlık, şehrin dokusunu bozmadan şehre yeni eklemeler yapmıştı. Bu sayede şehrin derinliğinin 85 metreye kadar ulaştığı söyleniyordu. Bense 35 metreden daha aşağıya inmeyi göze alamadan yukarı çıkıyorum.
Dışarı çıkıyoruz. Dışarıda yer altı şehrinin hemen yanındaki Aziz Theodoros Trion Kilisesine (Üzümlü Kilisesine) dışarıdan şöyle bir bakıp geçiyoruz. Padişah Abdülmecid’in Islahat Fermanı uyarınca 1858 yılında yapımı biten bu kilisenin Rum Ortodoks kilisesi olarak faaliyete geçtiğini öğreniyoruz. Sonrası malum! Mübadele yılları gelip çatıyor. Karşılıklı göçlerle demografik yapılar bambaşka bir hal alıyor. Yemeklerin, konuşmanın, Türkülerin ve hatta düşünmenin bile tadı değişiyor. Çünkü komşular değişiyor. Bilirsiniz, o yaralayıcı göçlerden sonra geride yalnızca büyük bir acı ve de dramatik bir anlatı kalır hep. Çünkü ne gidenler mutludur artık ne de geride kalanlar. Yapılan o görkemli anıtlar kendisine yabancılaşmış olan bir toplumun içinde ne yazık ki çürümeye ve yıkılmaya terk edilir. Neyse ki Aziz Theodoros Trion Kilisesi dışarıdan bakılınca gayet sağlıklı görünüyor. Çünkü her yıl mayıs ayında Fener Rum Patriğinin, Bahar Ayininin burada gerçekleştirildiğini öğreniyoruz. En kısa zamanda buraya tekrar geri dönebilmek umuduyla şehirden ayrılıyoruz. Çünkü görmek istediğimiz başka yerler de var.
Direksiyonu Ürgüp’e doğru kırıyoruz. Meşhur peribacaları önünde panorama tepesinde durup manzarayı izliyoruz ve fotoğraflar çekiyoruz. Ürgüp’ü hızlıca dolaşıp dönüşte de Göreme’ye uğruyoruz. Adına Tüf ya da süngertaşı da denilen ve bir tür volkanik malzemeden meydana gelmiş olan bu kayaların oyulmasıyla yapılan yapılara hayranlıkla bakıyoruz.
Kapadokya gezisinin simgelerinden biri de hiç kuşku yok ki sıcak hava balonlarıdır. Gezi boyunca hiçbir balonla karşılaşamadık. Çünkü hava şartları balonların uçması için uygun değilmiş. Ayrıca balon seyahatleri için en ideal vaktin gündoğumu olduğu söyleniyor.
Modern mimari ile antik dönemin bu ilginç karışımı ve de Kronos’un bölgedeki derin izleri üzerine düşününce, kapitalizmin her şeyi değersizleştirip çarçur eden tarzına bir kez daha sinirleniyorum. Çünkü lüksten uzak, doğa ile uyumlu ve sadelik içinde sürüp giden bir yaşam tarzından şimdi buralara -yeni çağın görgüsüzlüğüne- geldiğimizi göre kendimiz için ve de içinde yaşadığımız bu duyarsız toplum için durup düşünmemiz gerektiği ortadadır. Daha rasyonel ve daha eşitlikçi bir yaşam için daha makul bir üretim-tüketim dengesi tutturmak zorunda olduğumuz gayet açıktır.
Sonunda yoruluyoruz. Akşam üstü yağmur ve rüzgârla yeniden yola düşüyoruz. Yolumuz ise uzun. Çünkü Ankara’ya geri dönüyoruz.
GORDİON
Bayramın birinci günü bayramlıklarını giyinmiş ve de harçlıklarını almış çocuklar gibi neşeliyiz. Yeniden yola düşüyoruz. Hedefimiz ise önce Gordion antik kentini dolaşmak ve sonra da Eskişehir’de kent gezisi yapmaktı.
Gordion ya da şimdiki adıyla söylersek Yassıhöyük. Burası Ankara ile Polatlı arasında bir yerde ve yaklaşık 500 kişinin yaşadığını öğrendiğimiz bir köydür. Dünyada aktif yaşamın tüm çağlar boyunca hiç kesintiye uğramadan sürdüğü tek yerleşim yeri olabilir deniliyor Gordion için. Bence bu yönüyle de önemsenmesi gereken bir yanı var buranın.
Hava mis gibiydi, gezi için çok uygundu her şey. Sanki Helios, dört atlı arabasıyla gelmiş de yaşam vaat eden o bereketli ışınlarıyla güzel bir günü hepimize armağan ediyor gibiydi. “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” diyor ya Ahmet Arif, tam olarak öyleydi işte! Tarlalarına bahar gelmişti Gordion’un. Tarlaların birinde bir yerde duruyoruz. Çiçekli tarla klişesini biz de uyguluyoruz. Pozlar veriyoruz. Nedense kendimizi daha iyi hissettiren bir anıya dönüşüyor bu pozlar.
Gordion antik kenti Frigya’nın başkenti olarak kabul ediliyor. Frigler, Hititlerin tarih sahnesinden çekilmesinden sonraki süreçte Telmessos’tan yani günümüz Fethiye’sinden yukarıya doğru Orta Anadolu havzasında egemenlik kuruyorlar. Bu bölgeye de Güneydoğu Avrupa’dan geldiklerine dair pek çok kültürel kanıt olduğu söyleniyor. Makedonyalılara komşu olan ve Avrupa’da yaşarken isimlerinin Brig’ler olduğunu bildiğimiz Frig’ler, Boğazları aşarak Anadolu’ya yerleşen bir Trak kavmi olarak bilinir.
Frig tarihine ya da Gordion tarihine girecek değilim. Zaten haddim de değildir. Fakat Gordion’u neden gezmeliyiz sorusuna yanıt vermek için mecburen Kral Midas’tan ve Gordion düğümünden bahsetmemiz gerekiyor. Ayrıca bölgedeki tümülüslerden de bahsetmeden olmaz.
EŞEK KULAKLI MİDAS
İlk defa Bulancak’ta Barbaros ilkokulunda öğrenciyken duymuştum bu hikâyeyi. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, değerli öğretmenimiz Hülya Telli, sınıfta yüksek sesle okutmuştu bize bu hikâyeyi. 3.cü ya da 4.cü sınıftaydık. Eşek Kulaklı Midas’ın hikayesi iki yönüyle de ilgimizi çekmişti o yaşlarda. Birincisi Midas’ın kendini bir anda eşek kulaklı olarak bulması çok komik gelmişti bize. Saygınlık görmeyi bekleyen bir kralın eşek kulaklarıyla komik duruma düşmesindeki dramatik yanı çocuk duyarlığımıza rağmen hemen anlayabiliyorduk. Ama yine de gülüyorduk Midas’a. Çünkü ne de olsa bizim başımıza gelmiyordu bu olay. (1)
İkinci olarak da onun her şeyi altına dönüştürebilen bir kral olması ve bütün zenginliğine rağmen yine de açlıktan ölmesi ilgimizi çekiyordu. Zenginliğe rağmen açlıktan ölmek çaresizliği dikkatimizi çekmişti hemen. Belli ki öğretmenimiz bu hikayeleri çok önemli bir söylenceyi aktarmak için seçmemişti sadece. Anlaşılan aynı zamanda hepimize bir hayat dersi de vermek istemişti. Zavallı Kral diye mi düşünmüştük acaba çocuk aklımızla. Çünkü aynı anda hem Kral hem de zavallı olmak ilişkisi ancak çocukların kuracağı türden bir merhamet biçimidir. (2), (3)
Frig kralları ya Gordios ya da Midas olarak anılıyorlarmış. Frig yaşantısı hakkında diğer medeniyetlerdeki gibi çok geniş bir yazılı kaynağa sahip değiliz anlaşılan. Dil yapısının Yunancaya benzediği yönünde pek çok kanıt olduğu söyleniyor. Ayrıca Kral Midas’ın ya da bilinen adıyla Eşek Kulaklı Midas’ın gerçekten yaşamış bir tarihi figür olduğunu Asur kaynaklarından da teyit edebiliyoruz.
Ören yerinde dolaşırken yönünüzü Ankara’ya döndüğünüzde heybetli bir tümülüs göreceksiniz. Bölgedeki 200’e yakın tümülüsten en büyük olanının Kral Midas’a ait olduğu söyleniyor. Bilimsel adıyla söylersek Tümülüs MM Kral Midas’ın (ya da Midas’ın babası olan Gordios’un) mezarı olarak tanımlanır.
Kralın naaşı beden bütünlüğünü kaybetmiş olsa da kafatası Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmektedir. Kafatasının radyolojik incelemelerine göre Kral Midas’ın hastalığının anne karnında başladığına işaret ediliyor. Çok nadir görülen ve kulak asimetrisi olarak ifade edilen bu hastalık belki de onu dünyanın en ünlü krallarından biri yapmıştır. Kulağının biri diğerine göre daha yukarıda ya da ötekine göre söyleyecek olursak biri daha aşağıda görünüyormuş. Bu hastalığı nedeniyle Midas kulaklarını daima kapatan bir serpuşla dolaşmış hep. E, tabii onun kulaklarını gizlemesi halk içinde söylentiye yol açmıştır doğal olarak. Sonradan böyle büyük bir efsaneye dönüşeceğini herhalde kendisi de hiç tahmin etmemiştir.
Eşek kulaklı olmanın hikayesine bir de bu pencereden bakmak zaruriydi doğrusu. Artık gerçeği öğrenmiş olsak bile hiç kimsenin bu gerçeğe ihtiyacı kalmadığı da aşikardır. Çünkü her gerçek öncelikle kendi zamanının gerçeği olmak zorundadır. Gerçeğin gizlenip örtüldüğü yerde de efsanelerin hüküm sürmesinden daha doğal bir durum yoktur.
Midas’ın nasıl öldüğüne dair çok çeşitli söylentiler olduğunu biliyoruz. Açlıktan öldüğü ya da bir boğanın kanını içerek intihar ettiği yahut da Kimmer’lerin Gordiona’a saldırısında öldürüldüğü şeklindeki söylentilerdir bunlar. Kafatasının üç boyutlu tomografik incelemelerine göre aslında Kral Midas’ın kafasına almış olduğu ağır bir darbe sonucunda öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Daha doğrusu bu yönde genel bir kanı oluşmuştur artık.
Yaşam bir yolculuktur! Bir yere varmaktan ziyade, yolda olduğunu bilmenin güzelliğiyle geçip giden bir yolculuktur bu. Yol hiç bitmesin istiyoruz; ama biliyoruz ki bizim de yolumuz bitecektir bir gün! Her şeyi görüp de içine atan bu gözlerimiz sonunda mecburen yok olmayı da görecekler. Şu dünyada iyi biri olabilmişsek eğer yine hep iyi biri olarak anılmaya devam edeceğiz, kötüysek de hep kötü kalacak adımız. Kronos’un karnı geniştir. Orda iyilere de kötülere de yeterince yer olduğundan hiç kuşkumuz yoktur.
GORDİON DÜĞÜMÜ
Gordion’un dünyada bu kadar çok tanınıyor olmasındaki en büyük pay belki de Büyük İskender’indir. Çünkü M.Ö 333 yılında Perslere karşı savaşırken Büyük İskender’in yolu doğal bir rota olarak Sangaria’ya (Sakarya havzası) düşer. Ordusunu hem dinlendirmek için hem de güneydeki yeni savaşa hazırlanmak için Telmessos’tan Gordion’a getirdiği söylenir. Burada Gordion Düğümü (4) efsanesini çözmek üzere Zeus tapınağına gider. Niyeti efsanenin doğruluğunu test etmektir. Efsaneye göre bu düğümü çözen kişinin dünyaya hâkim olacağı söylenmektedir. Tam da İskender’in büyüklüğüne ve hırsına yakışan bir problemdir Gordion düğümü.
Düğümü çözmek için bir süre uğraştığı söylenir İskender’in. Sonunda çözemeyeceğini anlayıp vakit kaybetmek istemez. Kılıcını çeker ve düğümü keserek çözmüş olur. Böylelikle ‘Gordion Düğümünü Kesmek’ diye bir deyimin/kavramın türemesine yol açar. Buna göre artık bu deyim; detaylarda zaman kaybetmeden sorunu kökten çözmek anlamına gelmektedir.
Kehanete gelince; Büyük İskender’in elde ettiği başarıları dikkate aldığımızda kehanetin de gerçekleşmiş olduğuna inanmaktan başka çaremiz kalmıyor geriye. Büyük İskender’in 32 yaşında öldüğünü ve bu genç yaşında elde ettiği başarılarını dikkate aldığımızda onun ne derece hırslı biri olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Kısacık ömrünü hareket halinde ve savaşarak geçirmiştir.
ODUNPAZARI
Gordion’da yorulduktan sonra hedefimiz olan Eskişehir’e vardık. Dokuz günlük bayram tatili Eskişehir sokaklarında bayram günü coşkusunun yerine tatil sakinliğine dönüşmüştü. İnsanlar mekanlar gayet şıktı. Fakat buna mukabil restoranların, kafelerin çoğu kapalıydı. Açık olanlarda da büyük yığılmalar vardı. Anlaşılan sokakta gezenler bizim gibi il dışından gelen ziyaretçilerdi. Eskişehirliler ortalıkta yoktu. Öğrenci kenti olarak anılan Eskişehir’in öğrencileri de evlerine gidince kent iyice ıssızlaşmıştı.
Porsuk kıyısında vakit geçirdik ve Odunpazarı’nda müzeler sokağında oyalandık. Müzelere olan ilgi gayet iyi görünüyordu.
Eskişehir’i dört ya da beş kez ziyaret ettimse de hiçbirinde detaylıca gezme olanağım olmadı. Gördüğüm, ziyaret ettiğim yerler genellikle merkezi bölgelerdi.
Sanat köprüsü ve o civardaki park bahçe düzenlemeleri gayet yaratıcıydı. Porsuk üstündeki gezi motorları da dikkate değer görünüyordu. Bu türden ayrıntıların şehre değer kattığını bilmemiz gerekiyor.
Geçip giden zamanın içinde böyle bir yolculuğumuz oldu. Yoksa zamanın içinde geçip gidici olan bizler miydik?
Geçip gidici olmanın tevazusuyla -kalıcı olsun diye; söz uçar yazı tarih olur minvalinde- bu satırları yazmış oldum.
Sabredip okuyabilenin ömrüne bereket!
16 Nisan 2024
Esenyurt/İstanbul
DİPNOTLAR:
(1) Eşek Kulaklı Kral Midas
Müziğin, sanatların, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısı Apollon ve Kır Tanrısı Pan arasında yapılacak bir çalgı çalma yarışmasında Midas yargıçlardan biri olarak seçilmişti. Kır tanrısı, kavalıyla hoş sesler çıkarıyordu; ama Apollon’un gümüşten lir’i her çalgıdan üstünmüş. Apollon; çalmaya başladığında Musalar bile durup onu dinlermiş. Yargıçlardan ikincisi dağ tanrısı Tmolos, yengi çelengini Apollon’a vermiş. Ama Midas oyunu yarışma sonunda Pan’a yönelik kullanınca Tanrı Apollon çok kızmış ve “güzel müziği ayırt edemeyen kulak insan kulağı olamaz, sana eşek kulağı yakışır” diyerek Midas’ın kulaklarını eşek kulağına dönüştürmüş. Midas bir süre, tanrının armağanlarını koca bir külah içinde saklamış. Saklamış ama onun saçlarını kesen berber sonunda kulaklarını görerek kralın sırrını öğrenmiş. Ancak sır bu insan ağzına sığar mı? Berber sancılar geçirip, dayanılmaz ıstıraplar yaşadıktan sonra sırrını bir kuyuya söylemeye karar vermiş. Kuyuya eğilmiş ve “Midas’ın kulakları eşek!” diye bağırmış. Sırrı kuyudaki su sazlara, sazlarsa rüzgârda salına salına bütün etrafa yayılmış. Böylece bütün ülke Midas’ın sırrını kısa zamanda öğrenmiş. Daha sonra halk Midas hakkında gölge oyunları oynamaya başlamış. Midas artık bıkkınlıkla kulaklarını kestirmeye karar vermiş ve kulaklarını kestirmiş. Kulakları kesilen Midas’ın sonradan kulakları sarmaşık kadar tekrar uzamış. Herkes onunla “eşek kulaklı Midas” diye dalga geçmeye başlamış. Kral Midas Tanrıya yalvarmaya başlamış, “Tanrım benim bu kulaklarımı düzelt ama bütün servetimi elimden al” demiş. Tanrı onu bağışlamış ve Midas kulaklarını geri almış. Ama kimse görmeden canını da alıp, mezara gömmüş.
Enciclopedia dei Miti (İtalyanca). Garzanti. 1990. ss. 418 419’dan alıntılayan Wikipedia, Midas maddesi
(2) Dokunduğu Her Şeyi Altına Çeviren Midas
Şarap tanrısı Dionisos’un (Bacchus) yoldaşı Satiros, Frigya’yı gezerken Midas’ın gül bahçesinde uyuyakalmış. Satiros’u bulup, on gün on gece sarayında ağırlayan Midas’ın konukseverliğinden etkilenen Dionisos, kralın bir dileğini gerçekleştireceğini söylemiş. Kral Midas da her dokunduğunun altına dönüşmesini ve böylece daha zengin olmayı istemiş. Ancak yemek için dokunduğu yiyecekler, içecekler ve ünlü gül bahçesi bile altına dönüşünce, kral Dionisos’dan bu uğursuz gücü geri almasını istemiş. Midas’ın durumuna acıyan tanrı Dionisos krala Paktalos Irmağı’nda yıkanmasını söylemiş. Bu ırmakta yıkanan Midas, her tuttuğunun altına dönüşmesinden kurtulmuş. Ve o günden bugüne bu ırmakta bulunan altın parçacıkları bu efsaneye bağlanmıştır.
Enciclopedia dei Miti (İtalyanca). Garzanti. 1990. ss. 418 419’dan alıntılayan Wikipedia, Midas maddesi
(3) Konu hakkında daha fazla bilgi edinmek ve bibliyografyaya ulaşmak için bakınız Pennsylvania üniversitesi dijital müzesi Gordion/Makaleler/Mit ve Din
https://www.penn.museum/sites/gordion/
(4) Gordion için bu hikâye ilginçliğini sadece İskender ile bağlantısına değil aynı zamanda arabanın ve düğümün varlığının sebebine ve Zeus Tapınağı’na adanışına da borçludur. Efsanenin genel hatları şöyledir: Bir zamanlar tarlasını süren Gordios isimli fakir bir Frig köylüsü vardır. Bir kartal gelerek sabanının boyunduruğuna konar ve tüm gün orada kalır. Gordios bundan endişelenerek ne anlama geldiğini Telmessos’lu kahinlere sorar. Telmessos’lu bir kadın, Gordios’un karşısına çıkar ve Zeus’a adak adamasını buyurur. Gordios bunu yapar ve ayrıca kadınla evlenir. Bu evlilikten Midas isimli bir erkek çocuğu doğar. Midas büyüdüğünde, bir gün babasının arabası ile Gordion’a gelir, şehir sivil bir savaşın içindedir. Bir kâhin tarafından, Gordion’a gelecek arabanın savaşı sona erdireceği ve krallarını getireceği söylenen halk Midas’ı kral ilan eder. Midas tacı kabul eder ve arabayı tanrıya bir teşekkür olarak ve krallığını öngören Zeus’un kutsal kuşu kartal anısına Zeus Tapınağı’na adar.