Yıllar önce aşkım için şu şiiri yazmıştım.
UYANIŞIN İÇİN
Ben dağıttım ötüşlerini serçelere
Dalgalar çizip kayıklar koydum bakacağın pencerelere
Çoktan çıkmıştır yola, neredeyse gelir birazdan
Senin için ısmarladığım o güneş Uzak Doğu’dan
Çiçekli bir fular gibi durmalı boynunda
Gidip ılgıt bir esinti bulmalıyım o incecik boynuna
Uyanmalısın, istemesen de uyanmalısın artık
Büyük ordular gibi ilerlemişken aramızda karanlık
(Ebedi Gecenin Ağzında, Ceylan Yayınları, s;160)
Bu şiirdeki Uzak Doğu imgesi daima güçlü bir imgeydi. Pek çok şeyin anahtarıydı şiirde. Hala öyle. Ancak bu şiiri yazdığımda Uzak Doğu’yu kitaplardan ve filmlerden tanıyordum. Anlamaya çalışıyordum. Geçtiğimiz günlerde Uzak Doğu’nun gizemli egzotik dünyasının hiç değilse bir kısmını görme fırsatım oldu.
Geçtiğimiz hafta tropikal bir iklimde; Endonezya’daydık.
İLK DURAK: JAKARTA
Soğuk ve yağmurlu bir İstanbul gecesinden sabaha karşı havalandık; sıcak ve yağmurlu bir Jakarta akşamına indik. Yorucu ve uzun bir seyahatten sonra merak ve keşif duygusuyla yeniden donandık.
Çekik gözlü, esmer ve güleç insanların sıcak dünyasına heyecan içinde ilk adımlarımızı attık. Daha ilk anda büyük bir yakınlık hissettim buradaki insanlara. Çünkü bizleri namaste (🙏) yaparak selamlamaları hoşumuza gitmişti. Yerel kıyafetler hemen dikkatimizi çekiyor. Desenli üniformalar, otantik başlıklar ve de pek çok erkekte belden düşecek gibi duran o peştamallar; bütün her şey bura insanının kendine özgü rahatlığına işaret ediyordu.
Daha önce arkadaşlarımdan da dinlediğim ve yalnızca Asyalılara özgü olduğu söylenen bu güzel cana yakınlığı anlama ve fark etme sırası şimdi bendeydi.
Tevazu ve hürmetkârlık! Bu iki sözcük belki de buradaki yaşamın özeti olabilirmiş. İnsanlar etrafınızdalar; varlar, ama aynı zamanda yok gibi de belirsizler. Dolayısıyla size yani kişisel alanınıza hayli geniş bir yer bırakılmış gibi görünüyor. Eminim kendi aralarında hiç de öyle değiller. Anlaşılan turist oluşumuzdan kaynaklanan bir hatırdı bu. Herhangi bir şeye ihtiyaç duyacak olsanız yardımınıza koşmak için hazır olduklarını anlıyorsunuz. Belki de sadece ben böyle hissediyorum.
Bu cana yakınlığın bu tevazunun ve hürmetkârlığın yaşam biçimine dönüşme nedenleri üzerine de konuşuyoruz kendi aramızda. Fakat aradığımız sosyolojik karşılığı bulmak için hiç acelemiz yok, çünkü yargılar geliştirmek için henüz çok erken.
Eski başkent Jakarta çok büyük bir kent. Trafik ilk anda bir keşmekeş gibi görünüyor gözümüze. İngiliz usulü yani soldan akıyor trafik. Endonezya tam bir motosiklet cennetiymiş meğer. Nüfus yoğunluğunu göz önüne alınca motosiklet çözümü kaçınılmaz bir çözüm gibi görünüyor bana da.
Trafik ışığı yok denecek kadar az sayıda ve sanırım trafik polisi de öyle! Değneğine flamayı andırır tarzda renkli bir bez parçası geçiren herhangi bir sivil, oradaki trafik akışını gönüllü olarak yönlendirebiliyor. Hiç kimse de kardeşim sen burada ne yapıyorsun demiyor. Bu kişilerin bahşiş karşılığında gönüllü olarak tehlikeli bir kamusal görev icra ettiklerini düşünebilirsiniz. Fakat yanlış kararlar verip de orada bir kazaya sebep olduklarında neler oluyor o kadarını bizler de bilmiyoruz. Evet trafikte kaotik bir görüntü var; fakat kimse kimseye bağırıp çağırmıyor ve herkes geçmek için sıranın kendisine gelmesini usulca bekliyor. Türkiye’de de bu trafikçi sivillerden bulunsaydı acaba neler olurdu diye çeşitli varsayımlarda bulunuyoruz kendi aramızda.
Ertesi gün öğleden sonra Jakarta‘dan Lombok adasına uçuyoruz. Havaalanında Endonezya’nın acı soslu yemekleriyle ilk tanışmamızı gerçekleştiriyoruz. Gündüz seyahat ettiğimiz için pek çok adayı ve yerleşim yerini göz ucuyla uçaktan şöyle bir görüyoruz.
LOMBOK
Endonezce’de acı biber demekmiş Lombok. Kaldığımız otelin restoranındaki şef Rudi’den öğreniyoruz bu bilgiyi. Lombok hayli büyük bir ada. Bölge volkanik bir bölge. Her yer yemyeşil. Bir Karadenizli olarak yeşilin hiç bilmediğim diğer tonlarını da keşfetmek zorunda kalışıma şaşıyorum.
Motosikletlilerin ve yol boyu yaya gidenlerin yoğunluğu daracık virajlı yollarda her an bir kazaya sebep olacakmışız duygusu yaratıyor bizde. Fakat şoförümüz pek yaman! Korkmamıza mahal bırakmayacak kıvraklıkta hamleler yapabiliyor. Kıyı boyu ilerleyen yollarda kimi zaman yola inen maymunlara rastlıyoruz. Yaya geçidi uyarılarında insan figürünün gorile benzetilerek çizilmiş olması ise hiçbirimizin dikkatinden kaçmıyor! İnsan soyuna en yakın tür olmasından mütevellit olacak ki ayrı bir muhabbet duyuyoruz maymunlara karşı.
Camiler, başörtülü kadınlar ve takkeli erkekler buranın Müslüman toplumuna ait bir ada olduğunu hemen söylüyor size. O kültürün yabancısı olmadığımız için çok yadırgamıyoruz. Yalnız ezandan önce değişik bir şey okunuyor camilerden. Bu durum tuhaf geliyor bize. Rudi’ye soruyoruz nedir bu diye? Rudi balıkçıların, köylülerin, işçilerin iş yoğunluğuna katıp da namazı kaçırmamaları için bir tür uyarı olduğunu söylüyor bunun. Yani ezandan on dakika önce kasetten kuran okunuyormuş ’namaza hazır olun’ babında.
Dünyada kadınların bu yoğunlukta motosiklet kullandığı başka bir yer daha var mıdır bilmiyorum. Motosikletlilerin önünde arkasında genellikle başka bir yolcu daha görüyorsunuz. Kadınlar motosikletleri ile çocuklarını yahut da alışveriş paketlerini taşıyorlar. Çocukları okula götürmenin, hayata katılmanın ve iş görmenin en kolay yolu bu diyor motosiklet için Rudi.
Görebildiğim kadarıyla karma eğitim yoktu Lombok’ta. Beyazlar içinde rahibelere benzeyen Müslüman kızların bulunduğu dini bir okula denk geldik. Yol kıyısında beyaz tropik çiçekler gibi dizilmiş eğlenceli bir vaziyette bekleşiyorlardı. Keza başka bir gün de asker üniformasını çağrıştıran giysilerle spor yapan erkek öğrencileri gördüm başka bir okulda.
Kadınlarda başörtüsü bir zorunluluk gibi görünmese de büyük çoğunluk başörtülü. O kadar büyük bir çoğunluk ki bu, ister istemez ortada bir zorunluluk varmış gibi düşünüyorsunuz. Belki mahalle baskısı belki de kültürel açıdan ayrı düşmemek isteği! Ne derseniz deyin sonuç; aynı stilde bağlanan başörtüsü ve tek tip kadın algısı!
Bölge İngiliz, İspanyol, Portekiz ve Hollanda sömürgeciliğinin etkisi altında kalmış olan bir bölge. Sömürgecilerin baharatlara olan ilgisi hiç de boşuna değilmiş. Gerçekten de enfes soslar tadıyoruz yemeklerimizde.
Endonezya bir adalar ülkesidir. Hatta dünyanın en büyük adalar ülkesidir. Yüzölçümü olarak da dünyanın 14. büyük ülkesiymiş. İrili ufaklı 17 508 adadan oluştuğu söyleniyor. Nüfusu 280 milyonu geçmiş. Sumatra, Java, Sulavesi, Yeni Gine’nin batısı ve Borneo adaları Endonezya’nın belli başlı büyük adaları imiş. Endonezya aynı zamanda dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusunu barındıran ülkesi konumunda ve ayrıca dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi olarak biliniyor.
Eski başkent Jakarta’nın da içinde bulunduğu Java adasının gelişmişlik düzeyi diğerlerine göre daha ileriymiş. Java adasındaki kalabalık şehirler nüfusun yarısından fazlasını barındırıyormuş. İnternetten edindiğim bilgilere göre insani gelişmişlik endeksi ‘yüksek’ olan bir ülkedir Endonezya. Ayrıca gelir eşitsizliği katsayısı olarak da bilinen ’Gini katsayısı’ ‘orta’ düzey olan bir ülkedir. (Türkiye’de insani gelişmişlik endeksi ‘çok yüksek’ ve ‘Gini katsayısı’ ise Endonezya’daki gibi ‘orta’dır.)
Ülkenin başkentinin yakın zamanda değiştiğini öğreniyoruz. Hükümet sıfırdan yeni bir başkent inşa etme kararı alarak bunu uygulamaya koymuş. Buna göre yeni başkentin adı Nusantara olmuş. Endonezya’da 1300 farklı etnik kimlikten bahsediliyor. Bütün bu bilgiler internette kolayca ulaşabileceğiniz bilgilerdir. Asıl anlatmak istediğim ise burada bahsedilen bu kültürel çeşitliliğin buraya özgü bir kültürel sosa da dönüşmüş olmasıdır. Verilen bilgiler ile burada gördüklerimizin örtüşmesidir.
Çok kültürlülük özellikle yemeklerde, yollarda, selamlaşmada ve dinsel ritüellerde hemen kendini gösteriyor. Yolları İngiliz, selamlaşması Hindu, dini ritüeli namaz, yemekleri nerdeyse Çin işi.
Lombok’ta yaşayan nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğunu Bali’dekilerin ise aynı soydan gelmelerine rağmen inanış açısından ağırlıklı olarak Hindu olduklarını öğreniyoruz. Türkiye’de sosyal medyada pek meşhur olan Bali adasının aksine Lombok’taki ortamın daha sakin olduğu söyleniyor bize. Eğlenceyi tercih edenler Bali’yi, sakinliği tercih edenler ise Lombok’u seçmeli diyor Rudi.
Lombok’taki sakinlik hoşumuza gittiği için Bali’yi görmeye bile gitmiyoruz.
PALMİYELER ARASINDA OKYANUS MANZARASI
Bulunduğumuz otel muhteşem bir koya konumlanmıştı. Tropik bitkilerin harika peyzajı ile sanki bir cennet bahçesine dönüştürülmüştü burası. Otelde her türden konfor mevcuttu. Beni konfordan ziyade en çok mutlu eden şey okyanusun ta kendisiydi. İhtişam ve azamet hissettiren bir uğultusu vardı okyanusun. Gönlüme ve kulağıma iyice yerleştirdim sesini okyanusun. Zaten ürkerek çekinerek girdim suya.
Zaman zaman fırtına patlak verdi, sağanak yağışlar oldu. Lombok kahvelerimizin eşliğinde yüksek palmiyelerin savruluşunu, Hint mabet ağacının sarı yapraklarının silkelenip dökülüşünü tepeden seyrettik. Denizin ve göğün bize muhteşem görünen bu tiyatrosu umarız ki hiçbir denizcinin faciasına dönüşmemiştir diye iç geçirdik.
Bir kaç akşamı İdris’in İstanbul’dan getirdiği ve muhabbetimizi daha da koyultan göbek rakısının kokusuyla devirdik. Tavla turnuvaları düzenledik ve ben hep birinci oldum. (Bence inanmalısınız buna)
Plajın hemen yan tarafında yerel balıkçılar ve tur teknelerinde dalış rehberi olarak çalışanlar ve de onların çocukları, burada bizim yanı başımızda, bu sahildeydiler hep.
Güzel gülüşlü esmer çocuklar burada sahilde oyun oynuyorlar. Fakat bir yandan da babalarının denizden eve götürecekleri o ekmeğin nasıl da zorluklar içinde kazanıldığını görüyorlar. Nedense bir imrenme ve utanma duygusuyla turistlere şöyle bir göz atıp çekingenlikle gülümsüyorlar. Bu gülümserlik benim gayet aşina olduğum bir gülümserliktir. Çünkü bizim yaylarda da çocuklar tıpkı böyle içtenlikli gülümserler. Onlar öyle gülümseyince sanki karanlık bir dağın arkası aydınlanır ve sanki her birinin omzuna bir merak kuşu gelip konar.
Bizler burada denize giriyoruz fakat yerlilerden hemen hiç kimse suya girmiyor! Acaba neden? Okyanus burada sanki bize tahsis edilmiş gibi öyle ıpıssız duruyor. Ara sıra boynuna kadar suya girip oltasını ileri doğru fırlatan birkaç balıkçı gördüysek de otelin bir iki misafiri dışında okyanusun tadını çıkaracak kimseler yoktu burada.
Kumların içine yuva yapmış olan yengeçlerin peşine düşüyorum. Bu delikten girip başka bir delikten dışarı çıkıyorlar, onlara yetişmenin mümkün olmadığını kısa bir mücadeleden sonra anlıyorum. Rahat bırakıyorum onları.
Tsunami uyarı tabelaları her yerde var. İster istemez ürküntü veriyor bu tabelalar insana. Fakat bir kaç gün sonra hiç oralı olmuyorsunuz bile. Rudi, 2018’deki tsunamide adanın da zarar gördüğünü fakat can kaybı yaşanmadığını söylüyor bize.
DALIŞ
Dalış yapmak üzere tekne kiraladık. Kaptanımız karşıda görünen Gili Trawangan ve Gili Meno adalarının arasına doğru dümen kırıyor hemen. Gili Air adasına gitmemizi önermiyorlar. İki ada arasında mercan kayalıklarındaki balık çeşitliliği gerçekten de görülmeye değerdi. Belgesel tadında sığ sularda dalış yaptık. Rehberlerimiz Salim ve Gli suda fotoğraflarımızı çekiyorlar. Salim tatlı serseriyi oynuyor. Gli ise kaptanımız gibi ağır başlı ve utangaç.
Okyanusun azametini ve havasındaki anlık değişimi biraz korkarak izledim burada. Çünkü günlük güneşlik hava birden fırtınaya yakın sert bir rüzgara bıraktı yerini. Suyun üstü gölgelendi, esti, deniz kabardı ve ince bir serpinti ile sonra o faydasız yağmur da çekip gitti. Havadaki bu anlık değişim orayı bir film platosuna çevirdi.
Gili Meno adasında biraz dinlendikten sonra karşıdaki Gili Trawangan adasına yöneldik ve Carettaların peşine düştük. Çocuklar için de bizim için de unutulmaz bir deneyim oldu bu.
YEREL LEZZETLER
Gezi boyunca arada bir yerel yeme içme alanlarına da yöneldik ve doğal olarak buralarda nasıl yemekler hazırlandığını ve de yerel lezzetin ne durumda olduğunu anlamaya çalıştık. Loca tarzı hizmet veren bir lokantaya geçtik. (Lokanta demek tam olarak uygun düşmeyebilir.)
Burada yeni tutulduğu belli olan ve adını hiç bilmediğimiz okyanus balıklarının ızgarasını sipariş ettik. Acı soslara bulanmış ve kömür oluncaya kadar ızgarada pişirilmiş balıkların yanında buharda pişmiş pirinç ve salata niyetine soslu birkaç dilim domates servis edildi. Doğrusu hijyen ve tat alıştığımız düzeyde değildi. Yemekte zorlansak da yemeklerimizi bitirdik.
Sahilde loca tarzı kulübelere yemek servisi yapılması Asya tarzı yemek kültürünün bir parçası olsa gerektir. Ayrıca yol kenarlarında çeşitli manzara tepelerinde kaldırıma kilim serip oturmak ve gün batımını seyretmek alışkanlığı da öyle.
Aklıma gelmişken druian meyvesinden de bahsetmek istiyorum size. Sanırım druian meyvesinin tadı ve kokusu bundan böyle asla aklımdan çıkmayacaktır. Kokusu tadına baskın geldiği için ne yazık ki sevemedim druianı. Şekerli ve pişmiş soğanı andıran bir tadı ve de silikon köpüğü gibi yumuşak bir kıvamı vardı. Çivili kabuğu yarıldıktan sonra ortalığı ele geçiren o kokusu oldukça ağırdı. Çürümüş yeşillik ve çürümüş muz kabuğu kokusu gibi keskin bir kokuydu bu. Druian meyvesi çivili dış kabuğu palalarla soyulup açılan ilginç bir tropik meyvedir. Söylendiğine göre pahalı bir meyveymiş. Merakımı gidermek için tadına bakıyorum. Jale ve İdris de benim gibi mesafeli duruyorlar druina. Fakat görüyorum ki pek çok fanatiği varmış aramızda bu meyvenin. Osman, Hui, Lena, Tuana ve Necla büyük bir keyifle yediler druianlarını.
İlk kez yediğim tropik meyvelerden en çok Papaja ve ejder meyvesinin tadını beğeniyorum ben. Hindistan Cevizi ise zaten her yerde kolayca ulaşılan bir meyveydi burada. Hindistan Cevizi suyunun burada doğal olarak bol tüketildiğini ve hemen her şeyin yanında servis edilebildiğini anlamak hiç de zor olmuyor.
LOMBOK KAHVESİ
Dünyanın en pahalı ve en leziz kahvesinin Endonezya’da üretildiğini duymuştum. Bunu bir belgeselde izlemiştim daha önce. Luwak isimli kedigillerden bir tür misk kedisi önce kahve bitkisini yiyecek olarak tüketiyor. Daha sonra da midesindeki kahvenin tamamını öğütemediği için mecburen kahvenin çekirdeğini dışkılıyor. Dışkılanan kahve çekirdeği temizlenip birkaç işlemden geçirildikten sonra kavruluyor ve satışa sunuluyormuş.
İşlem görmemiş kahveye göre içimi çok daha lezzetli olan bir kahveye dönüşüyormuş Luwak kahvesi. Buraya kadar her şey belgeseldeydi. Ancak Lombok bölgesine geldiğimizden beri biz sadece Lombok kahvesi tüketiyoruz. Kahveler gerçekten de midemizi hiç yormuyor. Belki de içtiğim en güzel kahvelerdi bunlar.
Luwak kahvesinden Lombok’ta hiç tatmamış olsam da bunu sorun etmiyorum. Çünkü İstanbul’da Osman’ın kahve koleksiyonundan yararlanabileceğimi ve Luwak kahvesini İstanbul’da boğaza karşı yudumlayabileceğimi tahmin edebiliyorum.
İnternetten Luwak kahvesi hakkında detaylı bilgilere ulaşmak mümkündür. Bence insan her türlü lezzeti aramalı ve o lezzetin arkasındaki kültürel motivasyonu da merak etmelidir. Mesela kimin aklına gelirdi ki bir hayvanın mide enzimlerinden yararlanarak dışkılardan arındırılıp güzel bir kahveye ulaşmak! Sonra da bu tadı ticarileştirebilmek! Sizce de ilginç ve kıymetli bir hikaye değil midir bu?
İnsanlar onca çileden sonra arayıp buldukları o lezzeti beğenmeseler bile onu tadabilme olanağına eriştikleri için sevinmelidirler. Luwak kahvesinin pahalı oluşu onun az üretiminden, zahmetli işlenme koşullarından, ticari köle durumuna dönüştürülen hayvanların bakım masraflarından ve aracı firmaların kar hırsından kaynaklanmaktadır. Kahve dükkanlarının hizmet sektörünü ele geçirdiği bir dönemde böylesi bir tadı denemek ve fikir edinmek kahve tiryakilerine iyi gelecektir diye düşünüyorum.
PAPAJA (PAPAYA) TADINDA GÜLÜMSEMELER
İnsanlar yaşadıkları yerlerden çok uzaklara başka hayatlara da konuk olabilselerdi keşke. Komşu şehre Ordu’ya gitmeyeli 50 yıl oldu diyen teyzemi anımsayınca bir yerden bir yere gitmenin ne denli zor olabildiğini de getiriyorum aklıma.
İş için değil de kalpten gelen papaya tadındaki o esmer gülümsemeleri görünce ve misafirperverliğin tropik tatlı esintisiyle dolaşınca buralarda, yaşamak ve daha da güzel günler için yaşamak istiyor insan.
İnsan olmanın gerçekte bir ‘başkası’ da olabilmek olduğunu daha iyi anladığımı düşünüyorum. Yalnız kendimiz için değil başkası namına da insanca yaşamamız gerektiğini idrak ederek basıyorum ayağımı yere.
Benim için son derece lüks sayılan bu gezide dünyanın öbür ucunda bir yerlerde başka insanların yaşantılarına dair de bir şeyler görüp anlıyor olmak son derece değerliydi. Fakat asıl değerli olan şey ise bunu dostlarımla birlikte yapabilmiş olmamdı. Güzel ve unutulmaz zamanlar geçirmenin tadına vardık. Zaman zincirine paha biçilmez inci taneleri gibi güzel günlerimizi dizdik. Deniz kabuklarını dizip onları sulayan ve inci yapıp satan mekanları gezdik, bu bölgeye ait hayvanların bulunduğu doğa parkını gezdik. Çocuklar için vahşi yaşamı yakından tanımak ve bazı hayvanlara temas etmek özellikle etkili oldu. Güzel anılarla ayrıldık Endonezya’dan.
DOSTLUK ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Dostluk bütün yakınlık bağlarından daha değerlidir diyor Çiçero. Akrabalar arasında da yakınlık bağı vardır ama çıkarlar çatışınca bu bağ kopar diyor. Oysa dostluk bağı çıkarların da uyumlu olmasını gerektirdiği için bu tür olumsuzluklardan etkilenmez diyor. Yani dostunun çıkarı senin de çıkarındır onun zararı senin de zararındır. O halde çıkarlar söz konusu olmaktan çıkmıştır. Çıkarsız ilişkiler özgür ve dolayımsız oldukları için insanlar birbirlerine daha kopmaz bağlarla bağlanmış olurlar. Aşağı yukarı bu minvalde şeyler söylüyor Çiçero Dostluk Üzerine yazdığı diyaloglarında.
Çiçero’nun görüşlerini idealistçe görüşler olarak kabul etsem bile herhangi bir dostlukta nelerin ve hangi özelliklerin bulunması gerektiğinin ölçütlerini koyması bakımından çok önemsiyorum bu görüşleri. Mesela dostluğun ancak iyi insanlar arasında gerçekleşebilecek bir şey olduğunun belirlenmesi bile başlı başına önemli bir tespittir. İyi insanların kimler olduğunu belirlemek ise apayrı bir konu ve de bu genellikle çok güç bir iştir.
Çiçero’nun da dediği gibi diyelim ki hak yemez, adaletli, gerçeği dile getiren, kişisel hırs peşinde koşmayan, bilge, mütevazi, cesur, cömert bir kişi ancak iyi bir kişi olabilmiş olsun. Oysa bu idealize edilmiş tanıma göre gerçek bir dostluk ancak filozoflar arasında gerçekleşebilecek bir şey olarak görünür gözümüze.
Çiçero’nun dediği kadar ideal kişiler olamasak da dostluk binasına hayli emek vermiş emektarlarız. Birlikte gezip dolaşmanın tadını bu duyguyla çıkarmak ise daha başka bir güzeldi doğrusu. Dostun sofrası güneşin sofrası gibi bereketlidir.
Nazım’ın şiiri geldi aklıma;
GÜNEŞİN SOFRASINDA SÖYLENEN TÜRKÜ
Dalgaları karşılayan gemiler gibi,
gövdemizle karanlıkları yara yara
çıktık, rüzgarları en serin
uçurumları en derin
havaları en ışıklı sıra dağlara.
Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.
Önümüzde bakır taslar güneş dolu.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!
Dağlarda gölgeniz göklere vursun,
göz göze
yan yana
durun çocuklar.
Taşları birbirine vurun çocuklar.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun
doldur içelim.
Başları
göklere
atalım
serden geçelim..
Heeey, nerden geçelim?
Yalnayak
koşarak
devlerin
geçtiği
yerden geçelim.
Heeey
hop
Heeey
hep
birden geçelim.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun,
doldur içelim.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!.
NAZIM HİKMET
Söz uçar yazı tarih olur derler. Yaşadıklarımdan elediklerimi ve eleğimde kalanları paylaştım sizlerle.
Döndük dolaştık on gün sonra evimize ocağımıza vardık. Haliyle Türkiye’nin acı veren kahredici gündemine de geri dönmüş olduk. Ne Kartalkaya’daki facianın acısı dinmiş görünüyor ne de ekonomik krizin ucu bucağı kestiriliyor. 6 Şubatta yitirdiklerimizin acısı ise taptaze! Her şey daha kötüsüne ayarlanmış gibi!
Hava sahamıza girer girmez bütün sorunlarımızı yeniden yükleyiverdiler zihnimize. Fakat ne olursa olsun güzel günler için çalışıp haksızlıklara karşı da amansızca mücadele edeceğimizi biliyorum.
Dostluk, umut ve sevgiyle…