Giriş
*Bu yazıyı, fikrî bir tartışmada ‘Bir tartışmayı en doğru biçimde nasıl yürütebiliriz?’ sorusuna olası bir cevap bulmak için yazmış bulunuyorum. Kanımca yazı bittiğinde yargı gücünüz eşliğinde bu soruya cevap vermiş olacağım.
*Bu yazının arka planında öncelikle Ludwig Wittgenstein’ın TRACTATUS LOGİCO-PHİLOSOPHİCUS isimli çalışmasının olduğunu iddia etmek yanlış sayılmayacaktır.
* Wittgenstein, kitabın önsözünde daha ilk sayfada birinci ve son paragrafta ne demiş ise[1] ben de aynı hissiyatı buraya taşıyarak şöyle demek istiyorum: Tractatus’u okumuş, ‘Klasik Mantık’ çalışmış tek bir kişi bile burada bahsedilen ilkelerin çoğunu kendi kendine düşünmüş veya keşfetmiş ya da burada okuyarak anlamış ise bu yazı amacına ulaşmış sayılacaktır.
* Tractatus’un yazım tekniğindeki kolaylıkları da dikkate alarak ben de kendi yazımı maddelendirerek yazmaya özen göstereceğim. Yazının okur açısından kolay, anlaşılır ve akıcı bir yazı olmasını sağlamak başlıca hedeflerden biridir. Bir diğer unsur da şudur: Bu yazım tekniğini seçmekteki amacım, okurun çeşitli nedenlerle yarım bıraktığı okumasına geri döndüğünde metne daha kolay adapte olmasına yardımcı olmaktır.
* Yazının mimarisi basitten karmaşığa doğru olacaktır. Ama asla Tractatustaki gibi yoğun ve gittikçe zorlaşan bir metin olmayacaktır.
* Okuma zahmetine katlanmış olan herkese şimdiden gönül dolusu teşekkürler! Umarım her düzeyde daha doğru bir tartışma ortamının koşullarını yaratabiliriz. Unutmayalım ki bütün büyük sorunlar doğru bir tartışma ortamından ne kadar uzak olduğumuza bağlı olarak varlıklarını sürdürürler. Çünkü çözümsüz gibi görünen pek çok problem (ister bilimsel bir problem olsun ister felsefi ister toplumsal düzeyde bir problem olsun) eğer o probleme has ve o problemin gerektirdiği türden bir işlem sırası gözetilerek probleme yaklaşılmışsa aslında gerçek anlamda çözüme ulaşmanın nesnel koşullarının da oluşmuş olduğunu söylemek mümkün olacaktır.
Doğru soruları sorabilmek dileğiyle…
A.
a.
Toplumsal ilişkilerin bir ürünü olarak; insanın ‘var’ oluşu herhangi bir ispat gerektirmez. Burada bahsedilen insanın bireysel ve toplumsal özellikleri haiz, en azından ortalama zekâ ile maruf bir kişi olduğunu kabul etmek zorundayız.
a.1
İnsanı insan yapan en temel özellik onda içkin olan düşünme ([2]) yetisidir.
Düşünebildiğini düşünebilmek ve düşündüklerini uygulayabilmek, anlatabilmek, hatta onu başkalarıyla ortak bir alan olarak kullandığımız dilsel yapılara aktarabilmek yani metinsel formlara sokabilmek, insanı diğer canlı türlerinden ayıran en önemli özelliktir.
Düşündüğünü düşünen ve uygulayan her insan elde ettiği her sonuç üzerine de yeni düşünceler geliştirebilir.
a.2
Düşünce ve fikir sözcükleri çoğu zaman eş anlamlı olarak kullanılsa da arada nüans olduğu kabul edilir. ([3])
[düş èdüşün è düşünce]
Düşünce; etimolojik açıdan Türkçe bir sözcüktür. Eski Türkçedeki ‘tüş’ sözcüğünden türediği biliniyor.
“Geç dönem Osmanlı metinlerinde genellikle ‘melankoli, iç sıkıntısı’ anlamındayken 1920’lerden itibaren ‘fikir’ anlamı ağır basmıştır.” Bknz;NİŞANYAN SÖZLÜK
Fikir;
[fkr è fikr]
Arapça fkr kökünden gelen fikr فِكْر “düşünce” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça fakara فَكَرَ “düşündü, akıl yürüttü” fiilinin fiˁl veznidir.
Bknz; NİŞANYAN SÖZLÜK
a.2.1
Düşünce, toplumsal ilişkilerle çevrilmiş bir zihnin her tür etkinliğinin adı olarak ifade edilmektedir. Bu yönüyle duygu diye tanımladığımız zihinsel faaliyetle karıştırılmaya çok müsaittir. Her ikisi de snaptik bir işlem örgüsüdür. Bu örgü içinde neyin duygu neyin düşünce olduğunu ayrımsamak oldukça güçtür.
a.2.1.1.
Amaç güderek belli bir hedefe odaklanarak ve bu süreci kavramlarla şemalarla açıklanabilir kıldığımızda ve bunu kendi kendimize ayrımsadığımızda düşünmüş oluruz.
a.2.2
Düşünce, duyu organlarımızın iç ve dış dünyadan elde ettiği verilerin belli kombinasyonlar dahilinde, merkezi sinir sistemimizde -kapsam olarak duyumu ve duyguyu da aşacak şekilde- belli filtrelemeler eşliğinde her seferinde yeniden soyutlanması sürecidir. Duyum ve duygularımızdaki anlık değişimler düşüncelerimizin yoğunluğuna etki eden faktörlere dönüşürler. Yani düşünce faaliyeti, nazara alınan verilerden sonuç üretme ve üretilen sonuçları başka düşünsel süreçlerde yeniden veri kılma işlemidir.
a.2.2.1
Uyarılan, uyaranın etkisiyle izlenimler elde eder. İzlenimlerin anlamlı halde olanlarına duyum deriz. Duyumların bizim için önem derecesini kavradığımızda duygularımız oluşur.
Diyelim ki bulunduğumuz yerde rüzgâr esiyor olsun. Rüzgârın esmesi bizim dışımızda olan bir olgudur.
Eğer rüzgârın estiğini tenimizde hissettiğimiz halde hâlâ bu durumu farkında değilsek uyaranın bizdeki etkisi izlenim düzeyinde kalmış demektir. Yani organlarımızın kapasitesi doğrultusunda gelen veriler, veri olarak merkezi sinir sistemine iletilebiliyor fakat henüz ayrımsanamıyor demektir.
Eğer rüzgârın esmesini gelen sonsuz sayıdaki diğer iletiler içinden ayrımsayabiliyorsak o zaman rüzgârın esişi bizim için duyum düzeyine yükselmiş demektir.
Örneğin bir kafede çay içmekteyiz. Diyelim ki zihnimiz içtiğimiz çayın ısısını, yoldan geçen kedinin kuyruğunun kesik oluşunu ve karşı binada balkondaki yaşlı kadının dışarıya gülümseyen bakışını izlenim düzeyinde takip edebiliyor olsun. Bütün bunları takip edebilen zihnimiz aynı zamanda esmekte olan o rüzgârın bizi üşütecek türden bir rüzgâr mı olup olmadığına da karar verebilmesi gerekecektir. İşte zihnimiz bu kararı verdiği anda rüzgârın esişi bizim bilincimizde o an için duyum düzeyine yükselmiş demektir.
Eğer rüzgârın bu düzeyde esmesini bizim açımızdan bir hoşnutlukla ya da hoşnutsuzlukla betimliyorsak bu durumda da duygulanım gerçekleşiyor demektir.
Eğer bu anda tanımladığımız türden bir rüzgâr için hırka giymenin doğru ya da yanlış oluşunu betimleyen ve neredeyse kesinlik bildiren yargı cümleleri kuruyorsak buna da o türden esen rüzgâr hakkındaki düşüncelerimiz deriz.
a.2.2.2
Düşünceyi üreten yapı zihindir. Zihnimiz herhangi bir konu hakkında düşünce üretirken daima duyum ve duyguya ihtiyaç duyar.
Duyum ve duygudan yoksun bir düşünce tecrübi olmadığı için kolay anlaşılır değildir. Matematik ve mantık cümleleriyle ileri sürülen bilimsel nitelik kazanmış düşünceler konu hakkında eğitim almadan anlaşılamazlar.
Duyum ve duygudan yoksun düşünceler bu nedenle hiç de kolayca dile getirilebilir değildir.
a.2.3
Fikir ise düşünceyi aşan bir kavram olarak görülmelidir. (Etimolojik tartışmalara yol açmak gibi bir amacım yoktur. Bilindiği gibi klasik mantıkta nesnel gerçekliği işaret etmeyen kavramsal tanımlamalarda tanımı yapan kişiye belli bir keyfiyet tanınmaktadır.) Bana göre fikir bileştirilmiş düşünceler örgüsüdür. Fikrin arka planında düşünceler, düşüncenin arka planında ise duyum-duygu korelasyonları vardır.
a.3
Her insanın anlama yetisi sınırlıdır ve birbirinden farklıdır.
a.3.1
Genetik bilimi klonlanmamış yani doğal yolla oluşmuş (eşeyli üremeden türemiş) bir organizmanın genetik diziliminin yakın akrabalarda bile birbirinden farklılıklar içerdiğini ortaya koymuştur. (Tek yumurta ikizlerinin genetik dizilimleri üzerinde yapılan araştırmalarda incelenen 381 tek yumurta ikizinden sadece 38’inin genomunun tıpa tıp birbirinin aynısı olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca aynı araştırmada herhangi iki tek yumurta ikizlerindeki farklılık seviyesinin ortalama %5,2 olduğu tespit edilmiştir.) [Bknz; Nature Genetics’ten alıntılayan, Bilim Genç Dergisi, TÜBİTAK yay 22/01/2021]
a.3.1.1
Yukarıya alıntıladığımız tarzdaki araştırma ve deneyler sıradan sayılabilecek çalışmalardır. Genetik biliminin daha fantastik deneyleri bile en sonunda sıradan bir gerçeğe delalet ederler. Bu gerçek ise her bir canlının [buradan giderek de her bir insanın] birbirinden farklı bir birey olduğu gerçeğidir. Her insanın anlama yetisini sınırlayan ve birbirinden ayıran doğal nedenler daimidir. Duyuş düşünüş biçimlerimiz bu gerçekliğe ilintisel olarak bağlıdır.
a.3.1.2
O halde aynı olaylar karşısında farklı düzeyde tepkiler geliştirmemizin içsel nedenlerinden biri işte bu gerçekliktir. Yani her birimizin ‘kendine özgü’ (nevi şahsına münhasır) bireyler oluşumuzdur.
a.3.2
Koyun Dolly örneğinde olduğu gibi genetik dizilimi birbirinin tıpatıp aynısı olan ve eşeysiz üretilen bireylerde bile duyumun-düşüncenin aynı olamayacağına dair pek çok görüş vardır. Çünkü çevresel koşullar değiştiği için bireyin aynı duyuş-düşünüş içinde olamayacağı ileri sürülür. Bu yönlü tartışmalar adli bilimlerden tutun da felsefeye oradan etik, hukuk, bilimkurgu gibi daha pek çok alanda varlığını her geçen gün daha ciddi bir biçimde hissettirmektedir.
a.3.2.1
O halde birbirinin tıpatıp üretimi olan akıllı yüksek düzeyli organizmalar bile zaman ve çevre etkisinden dolayı birbirinin tıpatıp aynısı olan duyuşlara-düşünüşlere ulaşamazlar.
a.3.2.2
Sonuç olarak ‘Her insanın anlama yetisi sınırlıdır ve birbirinden farklıdır’ önermesi bu açıdan da aksiyomatik bir değeri işaret eder.
a.3.3
Merkezi sinir sistemi kendisine iletilen tüm verileri bir tür filtreleme yöntemiyle işlemektedir. Her bireyin ve her bireydeki her bir organın belli bir işlevsel kapasitesi vardır. Yani merkezi sinir sistemi elde ettiği verileri bu kapasiteler ölçeğinde işleyebilmektedir.
a.3.3.1
Demek ki duyuş-düşünüş faaliyetlerimiz çevresel etki ve organlarımızın kapasitesinden bağımsız bir biçimde ele alınamazlar. Bu nedenle bir düşünceyi/duyguyu irdelerken, onu eleştiriye tabi tutarken o düşüncenin/duygunun oluşum koşullarını anlamaya çalışmak bizi gerçeğe yaklaştıran bir tutum olacaktır.
Ancak yine de gerçek daima çok uzaklardadır.
Çünkü kapasitesi sınırlı olan bir birey gözlediği gerçeği kapasitesi ölçeğinde betimleyebilmiştir.
Bu ise gerçeğin eksikli bir tasviridir. ([4])
Fikri bir tartışmada bu eksikli betimlemeyi yapan bir birey genellikle yapmış olduğu bu betimlemenin yine tıpkı kendisi gibi kapasitesi sınırlı olan başka bir birey tarafından eksikli bir biçimde algılanacağı gerçeğini de göz ardı etmemelidir.
O halde tüm hassas ölçüm aletlerine rağmen bir olgu tüm yönleriyle tasvir edilemez.
Eksikli tasvir, o tasviri algılamaya çalışan diğer bireylerin sınırlı kapasitelerine de maruz kalacağı için gerçeklikten biraz daha uzaklaşılmış olunur.
a.3.3.2
Bu nedenle, söz söyleyen, gerçeği eksik dile getirdiğini bilerek söylemek zorundadır. Bir tartışmanın ilk etik ilkesi budur.
a.3.3.2.1
Eksik dile getirenin, eksik dile getirmekten doğan ahlaki sorumluluğu vardır. Çünkü gerçek her yönüyle araştırılmaya muhtaçtır.
a.3.3.2.2
Doğruyu dile getirme kararlılığında olan kişi gerçeği her yönüyle araştırmaya ahdetmiş kişidir.
Bir insanın tüm kapasitesini kullanarak gerçeği açıklamaya çalışması ilkesel bir tutumdur.
a.3.3.2.3
O halde gerçeğe olabildiğince yaklaşmak için mutlaka aynı konuyu dile getiren başka duyuşlara-düşünüşlere de ihtiyaç vardır.
a.4
Bir insan belli bir konu hakkında kendine ait belli bir fikri ileri sürdüğünde o fikir için şu iki ihtimalden biri geçerlidir.
- İleri sürülen fikir; düşünceyi, maddeye göre önceleyen bir fikirdir.
- İleri sürülen fikir; maddeyi, düşünceye göre önceleyen bir fikirdir.
Birinci yol idealizmin, ikinci yol ise materyalizmin yoludur.
a.4.1
İnsan hangi fikrî yolu seçerse seçsin anlamanın ve anlamlandırmanın kuralları mantık ilkelerine bağlı olarak asla değişmeyecektir. Çünkü ileri sürülmüş her fikir herhangi bir zihnin yargı gücüne sunulmuş bir fikir demektir.
a.4.2
Fikrî bir tartışmada yer alan herhangi iki tartışmacı; ileri sürdükleri fikirler bağlamında tüm konularda yüzde yüz zıt düşemeyecekleri gibi tüm konularda yüzde yüz aynı fikirde de olamazlar. (İleri sürülen herhangi bir önermenin hilafında olmaktan daha geniş perspektiften bahsediyorum)
a.4.2.1
O halde fikri yolu ne olursa olsun -ister materyalist ister idealist- iki tartışmacı her zaman için belli konularda ittifak belli konularda da ihtilaf halindedirler.
a.4.2.1.1
Deneyimli bir tartışmacı tartışmaya girmeden önce ihtilaflı ve ittifaklı konuları tespit eden ve tartışmada stratejisini buna göre kuran kişidir.
a.4.2.1.2
Strateji daima iki türlü kurulur.
Buna göre bir tartışmacı ya bir savı dile getiren kişi konumundadır ya da dile getirilmiş olan bir savı çürütmeye çalışan ve gerçek bir savunmayı üstlenen kişi konumundadır.
- İleri sürülen tüm savlar akla uygunluk açısından açıklanmaya muhtaçtır.
- Her sav belli bir maddi gerçekliğe dayanmak zorundadır.
- Basitten karmaşığa doğru ve her aşaması açıklanabilir olan savlar güçlü ve akılda kalıcı olan savlardır. ([5]) Böylesine güçlü savları ileri süren tartışmacılar hiç kuşkusuz ki gerçekliği diğer tartışmacılara göre daha doğru kavrayan kişiler olarak karşımıza çıkarlar.
- Bir olguyu her yönüyle inceleyip doğru bir biçimde açıklayan kişi gerçekliğe en yakın kişidir. Böylesi kişilerin savlarını çürütmek uzun bir zaman alabilir. Bu nedenle böylesi kişilerin savları karşısında savunma yapabilecek kişilerin de aşağı yukarı aynı uzmanlığa sahip olmalarını beklemek doğaldır.
- Belli bir konuda bir savı ileri süren tartışmacı eğer savını karşısındaki tartışmacının uzmanlık alanının dışında bir konuya doğru sürüklüyor ise;
- O tartışmacı çok büyük ihtimalle gerçeği ifade etmekten daha ziyade en çok bildiği şeyi orada anlatmaya yönelmiş demektir. Bu tutum tartışmada izleyicinin gözünden kaçmayacaktır. Diğer tartışmacıdan çekindiğine dair bir izlenimin oluşmasına sebep olacaktır. Gerçeklerden uzaklaşmanın etik baskısı altına girecektir. Yani suçlamalara maruz kalabilecektir.
- Eğer bir tartışmacı savlarını karşısındaki tartışmacının uzmanlık alanına göre belirlemiş ise ve bunu gerçekliği daha iyi açıklamak adına yapıyorsa karşısındaki tartışmacının zayıflığını tespit etmiş ve doğru kişiyle tartışamadığını görmüş demektir. Bu durumda bu tartışmacı için hem gerçekliği açıklamak adına hem de o tartışmada daha etkili bir sonuç elde etmek adına ileri sürülen tasviri daha da genişletmek en doğru yol olacaktır.
- Bir tartışmacı bir tartışmada savunmada kalmayı tercih ediyorsa şu iki durum geçerlidir;
- Büyük ihtimalle, ileri sürülen savların gerçeklikle örtüşmeyen ve tutarsız bir yanının -hiç değilse bir realite olarak- bulunacağına dair genel geçer teorik bir kanıdan hareket edilmiş olmasıdır. Bu görüş her gerçeklik tasvirinin eksikli bir gerçeklik tasviri oluşu gerçeğine dayanmaktadır. Bu konumdaki tartışmacı karşısındaki tartışmacının açık vereceği ana kadar beklemeyi bilen kişidir. Sabırla beklediği o uygun an geldiğinde de diğer tartışmacının anlattıklarını çürüterek işe başlamak, yeni kanıtlarını ileri sürmek ve ‘esas olanı’ ya da ‘olması gerekeni’ açıklamak ve yeni bir görüşü baştan inşa etmeye çalışmak zorunlu olacaktır.
- Eğer bir tartışmacı yukarıda anlatılan türde bir savunmada değilse karşısındaki tartışmacı onu çok etkili bir sav ile suçlamış ve onu gerçek anlamda zor durumda bırakmış demektir. Böylesi savunmalar genellikle şeytanın avukatı tarafından yapılan hem gerçekliği çarpıtan ve hem de mevcut etik ilkelerin tersine bir konumu benimseyen savunmalardır. Böylesi tartışmalarda tartışmacı savunma pozisyonundan kurtulamaz ve kurtarılamaz.
a.4.2.1.3
Deneyimli bir tartışmacı tartışma esnasında karşısındaki kişinin kendisinden daha araştırmacı bir kişi olma ihtimalini ve bu yönüyle de gerçeğe kendisinden çok daha yakın olabileceğini asla yabana atamaz.
Belli bir konuda kimin daha bilgili olduğu genellikle aynı tartışmada hemen ortaya çıkacaktır. Çünkü ayrıntılı tasvirler ancak ve ancak konu hakkında geniş bilgi sahibi olanların tasvirleridir.
a.4.2.1.4
Eğer bir tartışmacı belli bir konuda diğer tartışmacılardan daha bilgiliyse ve bunu farkındaysa önünde sonunda bu tartışmayı bilgili olduğu o yöne doğru sürükleyecektir. Bu kaçınılmaz bir tartışma olgusudur. Çünkü herkes gibi bir tartışmacı da kendisini ‘bildiğini varsaydığı’ her konuda konuşmakla mükellef sayacaktır. Bu ‘hak’ ‘bilmek’ ile elde edilmiş ve toplumsal uzlaşma ile kendiliğinden oluşmuş ve geniş anlamda da kültürel bir haktır. Çünkü hakikatin ayak sesleri duyulduğunda yalan ve yanlışın ayakları birbirine dolanır. Bu durumda olanlar için geriye çekilmekten, kaçmaktan başka çare kalmaz.
a.5
Bir grup tartışmacının yer aldığı bir tartışmada her bir tartışmacı ya materyalist kampta ya da idealist kampta yer almak zorundadır.
a.5.1
Her bir tartışmacı ana fikir açısından bulunduğu kampın karşısındaki kampa ait düşünceleri hedefe koymak ve kendi kampına ait düşünceleri de tahkim etmekle yükümlüdür. Çünkü ileri sürülen her görüşün sosyolojik bir kümesi vardır. Tartışmacı bu kümenin doğal bir üyesidir. Bu kümedeki diğer bireylerle ilişkilerinin gücü onu oraya bir tartışmacı olarak taşımıştır. Dolayısıyla ileri sürülen her görüş aslında sosyolojik bir kümenin praksisine tekabül eden bir görüştür. Her tartışmacı bu görevi doğal bir görev olarak kabullenmiştir. Bu türden bir görevi kabulleniş aslında ortaya çıkan herhangi bir fikri tartışmanın ontolojik nedenini oluşturmuş olur.
a.5.1.2
Tartışmacılar kendi kampında yer alan görüşlerden hangileriyle daha çok uzlaşım içinde olduğunu bilmeli ve mutlaka varsa onlardan daha farklı ve daha yeni olan bir iddiayı ortaya koyabilmelidirler. Aksi takdirde aynı kamptaki ilk konuşmacının gölgesinde kalacaklar ve etkisiz bir konuşmacıya dönüşmüş olacaklardır. İleri sürülen her parlak fikir öncelikle ve yalnızca onu ileri süren tartışmacıyı etkin hale getirecektir. Çünkü izleyicinin dikkati her zaman için bir konuyu ilk defa ve en etkili biçimde dile getirenin üzerine çevrilmektedir.
a.5.2
Bir tartışmacının tartışma stratejisini matematikteki işlem önceliğine benzetmek hiç de yanlış olmaz. İşlem sırasına uygun bir biçimde dile getirilmemiş olan her düşünce savunmasız bırakılmış bir kale gibi yağmalanmaya hazır demektir.
a.5.2.1
Bir tartışmacı bir olgunun belli bir andaki ve belli bir büyüklükteki ölçümünü -kendi kişisel yetenekleriyle sınırlandırılmış bir biçimde- dile getirdiğini asla unutmamalıdır. Bu nedenle herhangi bir konuda yapılacak tüm genellemelerin -akla uygun görünseler bile- o konunun belli kısıtlamaları yüzünden eleştiri alacağı son derece aşikardır.
Tartışmacı bu eleştirilere yetkinlikle göğüs germek mükellefiyetindedir. Eleştirilere herhangi bir cevabı olmayan bir tartışmacı o konuda susmayı en azından ilkesel olarak tercih etmelidir.
Bilinmelidir ki eleştiri karşısında susmak eleştirenin o konudaki üstünlüğünü kabullenmek anlamını taşıyacaktır. Böyle bir kabullenişe razı gelemeyen bir tartışmacı elbette bu yenilgiyi perdelemek için yeni konular açabilir. Fakat asla iyi bir izleyicinin dikkatini dağıtamaz. Çünkü iyi bir izleyici gerçeğin safında duran ve bunu dilen getiren tartışmacıyla özdeşlik kuran izleyicidir. Diyelim ki tüm izleyicilerin dikkati dağılmış bile olsa artık bu konudaki gerçeği bir tartışmacı olarak en azından en başta kendisi ve bir de karşısındaki diğer tartışmacı olmak üzere hiç değilse artık iki kişi hiç kuşku götürmez bir biçimde biliyor demektir. İki kişinin bildiği gerçek mutlaka yayılmaya eğilimlidir.
a.5.3
Stratejisi olmayan bir tartışmacı savaş alanına düşmanının silahlarını görmeye gelmiş zavallı bir asker gibidir. Bunların yetkin tartışmacılar karşısında tutunması olanaksızdır. Kazanmaları da kaybetmeleri de başkalarına bağlıdır.
Stratejisi olan tartışmacı ise tartışmaya hangi alandan gireceğini hangi konulardan ve hangi tartışmacılardan uzak durması gerektiğini bilen kişidir. Sıkıntılı bir konuyu nasıl terk edeceğinin araştırmasını daha önceden mutlaka yapmış kişidir.
a.6.
Bir izleyicinin bir tartışmacıdan beklediği ilk şey savunulacak olan tezlerin akla uygunluk kriterleri açısından güçlü olmasıdır.
a.6.1.
Her izleyici akla uygunluğu ilk başta tartışmacı açısından ele alacaktır. Fikirlerini belli bir mantıksal dizilim içinde veremeyen bir tartışmacıyı takip etmek güçtür. Bu durum bir tartışmada izleyicilerin doğal bir engeli olarak görülmelidir.
a.6.2
Akla uygun bir dizilim içinde aktarılan görüşler o tartışmada dikkatle izlenilen bir tartışmacı olmayı sağlar fakat ne yazık ki tartışmadan kazançlı çıkmayı garanti etmez.
a.6.2.1
Akla uygun olan her görüş gerçekliğe uygun olmak zorunda değildir. (Tractatus bu konuda çok güzel örnekler ile doludur.)
a.6.3
Akla uygun olanın gerçekliğe uygun olmayabileceğini bilmek bir tartışmacıya faka basmama imtiyazını sağlayacaktır. Çünkü suyun altı suyun üstü gibi her zaman dümdüz olmayabilir. Nasıl ki matematiksel bir gerçeklikten yola çıkarak fiziksel gerçekliği tam olarak açıklayamıyorsak sosyal bir gerçekliği de fiziksel bir gerçeklikle açıklayamayabiliriz.
Bu nedenle bir konuyu daha iyi anlatmak üzere seçilmiş olan örnekler, o konu hakkındaki görüşlerimizin ne kadar derinlikli ya da yüzeysel olduğunun da bilgisini verecektir.
a.6.3.1
Deneyimli bir tartışmacı hem izleyicisinin düzeyini hem de diğer tartışmacıların muhtemel hamlelerini hesaba katan tartışmacıdır.
a.6.3.2
İzleyicilerin de tartışmaya aktif olarak katılabildiği tartışmalar bilgi düzeyi açısından genellikle daha düşük yoğunluklu tartışmalardır. Böylesi tartışmalarda bir tartışmacının konuyu toparlaması ve bir bütünlük içinde vermesi genel olarak zordur.
a.6.3.3
Bir tartışmacının tartışma sırasındaki en büyük sorunlarından biri konuşma zamanın iyi yönetilememesidir.
Bir diğer sorun da moderasyonun adil yapıl(a)mamasıdır.
Moderatörler daha magazinel konular üzerinde yoğunlaşarak kendi işlevlerini ön plana çıkarma eğiliminde olurlar.
O halde sonuç olarak şunu diyebiliriz: Bir konuyu çok iyi bilmek iyi bir tartışmacı olmak için yeterli olmayabilir. Tartışma kültürünü de edinmiş olmak gerekir.
a.7.
Herhangi bir sonuca ulaştırılamayan bilimsel tartışmalar izleyicinin kafasını karıştırmaktan öte bir işe yaramazlar. Bu nedenle derinlikli bilimsel tartışmalar sadece makaleler üzerinden yürütülebilen tartışmalardır. Bu türden tartışmalarda bir sonuca varmak mümkün olabilir ama bu ise bizim konumuzun dışındadır.
a.7.1
İzleyiciye açık yürütülen tartışmalar genellikle bir derinlikten, bir sonuç çıkartmaktan ve bir sonuca ulaşıp aydınlanmak yönünden son derece verimsizdirler. Bu nedenle hem tartışmacılar hem de izleyiciler bu yalın gerçeği bilerek beklenti düzeylerini oluşturmalıdırlar.
a.7.2
Diğer taraftan aynı cephede yer alan kişilerin belli bir konu hakkındaki beyanlarından oluşan etkinliklere her zaman bir ‘tartışma’ demek mümkün müdür? Kanımca bu türden etkinlikler tartışma etkinliği değildir, bunlar katılımcıların daha ziyade görüş alışverişinde bulundukları etkinliklerdir. Çünkü olay ve olgulara yönelik dile getirilen bu görüşler nesnel gerçekliği aynı optikle gören, genel olarak aynı bulguları elde eden ve aynı sonucu inşa eden görüşlerdir. O halde aynı optikle incelenen gerçeğin izleyici açısından anlamlı sayılabilecek kadar farklı bir tarafını bulmak olanağı yoktur. Bu nedenle bu tür etkinlikler tartışmadan sayılamazlar.
a.7.3
Bir tartışmanın ilk ve en belirgin özelliği o tartışmada farklı kamplarda yer alan tartışmacıların bulunuyor olmasıdır. Tartışmacılar -kendi etik ilkeleri doğrultusunda- kuşku götürmez gerçekliği savunmak üzere orada bulunduklarını beyan etmiş sayılırlar. Ancak her tartışmacı delillerle aydınlatılmış bir gerçeğin karşısında duramayacağını bilecek kadar da erdemli davranmak zorundadır. Eğer bir tartışmacının belli bir konudaki görüşü başka bir tartışmacı tarafından hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde çürütülmüşse o tartışmacının yeni gerçeğe biat etmekten doğan yeni bir sorumluluğu var demektir. Bu sorumluluğu alan her tartışmacı bu tutumuyla erdemli davranış örneği göstermiş olur. Böylelikle özeleştirinin yapıcı gücüyle onurunun zedelenmesine de izin vermemiş olur.
1.7.4
O halde her tartışmada tartışmacılar ve izleyiciler açısından çeşitli etik tutum ve tavırların restleşmesi gündeme gelecektir. Bu nedenle her tartışmanın doğasında uzlaşamamaktan kaynaklanan doğal ve entelektüel düzeyi yüksek bir gerilim hasıl olur.
a.7.5
Gerilimsiz tartışmalar fikri düzeyi yavan sanat eserleri gibidir. İzleyici bu türden tartışmaları izlemeye değer bulmaz. Diğer taraftan sahte gerginlikler de izleyicinin optiğine takılır. Bu da izleyicinin hoşuna giden bir unsur değildir. Her tartışmacı ileri sürdüğü görüşlerin kendisinin de ait olduğu sosyolojik kümeyi işaret edeceğini bilir. Bu görüşlerin gerek kendi sosyolojik kümesinde gerekse tam karşıtı olan sosyolojik kümede olumlu/olumsuz manada izleyicileri harekete geçirme potansiyelinin olduğunu unutmamalıdır. Bu son cümleden, tartışmacıların bir infial çıkarmamak adına, söyleyeceklerinden feragat etmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü gerçekliğin cesaretle dile getirilmesi her koşulda önemlidir. Bilimsel aklın ilk sorumluluğu; gerçeği, yalnızca saf gerçeği (yorumlardan arındırılmış gerçeği) dile getirmektir. İkinci sorumluluğu da bu gerçeğin tüm sosyolojik kümelere ve onların ekolojik sistemlerine muhtemel olumsuz etkilerine karşı mücadelede en ön saflarda yer alabilmektir. Hatta hayatı pahasına tüm gerçeği söyleyebilmek cesaretini gösterebilmektir.
a.8.
Her şeyin göreceli olduğunu, değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğunu bildiğimiz bir evrende bütün gözlemlerimiz iç gözleme dayalıdır. Evrenin dışına çıkıp evreni gözlemek olanağımız olmadığına göre bir realite olarak daima eksikli bilgiyle gözlem yaptığımızı akılda tutmak zorundayız. Aslında eksikli gözlenen şeyin bilgisini edinmek ve bu bilgiyle gerçekliği doğru tayin etmek pek mümkün görünmemektedir. Herkes gözlediği şeyin gözlediği andaki bilgisine eriştiğine göre bir tartışmacı da iddialarının spektrumunu gözlemleri doğrultusunda orantılı bir biçimde açıklamalıdır.
Bu nedenle bilgi, tanımlandığı koşullar altında kesindir; fakat geniş bir spektrumda ise değişkendir. Hiçbir gerçeklik tasviri zamandan münezzeh olamaz. Dolayısıyla bilgiyi elde ettiğimiz o koşullar, bilebilmek eylemimiz açısından son derece önemlidir. O koşullar değiştiğinde ölçtüğümüz ve anlamlandırdığımız gerçeklik de değişmek zorunda kalır.
a.8.1
O halde her bilginin ışık tutabildiği ve bir bilgi olarak kendini var edebildiği görünür hale gelebildiği belli bir yer ve zamandan bahsetmemiz gerekmektedir. Bilgi yalnızca bu yer ve zamana ait bir bilgidir ve yalnızca burada doğrulanabilir özellikler taşır. Burası ise bize; yani insana ait ve şu andaki fiziksel alandan başkası değildir. Ya da başka bir deyişle söylemek gerekirse; bütün bildiklerimiz gözlemlenebilir evrenin gözleyebildiğimiz kadar olan bilgisidir. Bunu aşan her iddia ise inanç alanına ait demektir.
a.8.2
İnanç ölçülebilir olmadığı için bilinebilir değildir. ([6]) Bilinebilir olmayan iddialar her şeyden önce akla uygunluk kriterlerini barındırmazlar. Kategorik değillerdir. Doğruluk ve yanlışlık spektrumları yoktur. Bu yüzden inanç alanında fantastik ögelerin sık sık karşımıza çıktığını görürüz. Fakat yine de en fantastik inanç metinleri bile antropomorfik varlıklar ve bunlara ait yaşam hikayeleri ile doludur. Bütün bunlar bize şu gerçeği göstermektedir. İnsan ölçülebilir olanın bilgisini inancın alanına da transfer edebilmiştir. Duyulur dünyayı aşan bir öte dünya fikri her yönüyle insanı tanımlayan bir özelliktir.
a.8.3
Öte dünya fikri ile duyulur dünya fikri arasında kurulan gelgitli ilişkilerin en sonunda duyulur dünya, öte dünyanın hegemonyasına girmiştir. Bu hegemonya dünyanın büyük çoğunluğunda hala sürmektedir. Aslında duyulur dünya, başlangıçta var olan mitoslardan zaman içinde ayrılarak seküler ve duyulur, anlaşılır hale gelmiştir. Bu süreç devam etmektedir. Dinlerin toplumsal yaşamı düzenlemede hala etkin olabildiğini ve bilgi açısından da okullarda bir tür ikilik yarattığını hiç değilse bir realite olarak söylemek gerekir. İnancın genellikle bilimsel bilgiyi yadsıdığını ve zaman zaman da bilimsel bilgiye muhtaç kaldığını belirtmemizde fayda olduğunu düşünüyorum.
a.8.4
İnsan kendisine ait kıldığı her şeyi o şeyi bilebildiği oranda kendisinin saymıştır. Bir başka deyişle bir şeyi bir olayı ya da olguyu bilip tanımlayabilmişse o şeyi inancın alanından çıkarmış demektir. Genel olarak insanlar açıklayamadıkları ve hala büyük gizemler taşıdığını düşündükleri her şey ile ilgili olarak inancın sorgulanamaz gücünden yararlanmayı mükemmel bir faydacılıkla başarmışlardır. Bu nedenle inanç sistemlerinin toplum düzeninin sağlanmasındaki yeri hiçbir dönem görmezden gelinememiştir. Çünkü inanç sistemlerine ait ögeleri sorgulamak demek neredeyse sizi yok etmeye hazır ve buna ant içmiş bir kitleyle çatışmak riskini göze almak demektir. Bu ise kuşkusuz herkes için ürkütücüdür. Ve burada belirtmek gerekir ki birbirinden farklı ve neredeyse birbirini yadsıyan bütün inanç sistemlerinin ilk ve değişmez ortak noktası şüpheye karşı alınan o korkutucu, cezalandırıcı tutumdur. Çünkü şüphe tüm inanç sistemlerinde insanı imandan etmektedir ve bütün dinlerde de asla affedilmeyen varoluşsal bir günahtır.
a.8.5
Tartışmacılar açısından önemli noktalardan biri de şudur. Bir tartışmada tartışmacılardan herhangi biri kendi görüşlerini herhangi bir inanç sisteminin alanına girerek temellendiriyorsa ve referans noktalarını oradan seçiyorsa diğer tartışmacıların o tartışmacı ile tartışma olanağının kalmadığını anlamaları gerekir.
a.9
Bir tartışmada bir tartışmacı toplumun değer yargılarına ters düşme ihtimali olan bir görüşü dile getirecek ise o tartışmacıyı en başta onunla orada tartışmakta olan kişiler toplumun kör şiddetinden korumakla vazifelidir. Tartışmaya katılan her kişi, tartışmaya katıldığı anda, kendiliğinden, diğer tüm tartışmacıların özgürce görüş bildirme haklarına sınır koymamayı ve toplumun şiddetine karşı onların da kendileriyle eşit şartlarda görüş bildirme haklarını savunmayı kabul etmiş sayılırlar. Bu etik ilkelerden yoksun kişilere tartışmacı denemez. Onlar bir görüşün kışkırtıcısı ve gerçekliği örtmeye çalışan kişiler olarak görülmelidirler.
a.9.1
Daha önce de vurguladığım gibi düşünülmüş olan her şey dile getirilebilir hale gelmiş demektir. Dile getirebilmenin yolu ise kavramlaştırabilmekten geçmektedir. Yani simgeler arası ilişkiler kurmaktan bahsediyoruz.
a.9.1.1
O halde dile getirilebilir olan bir fikrin yalnızca seslere, kelimelere ve de onu işitip anlayabilecek başka birilerinin bulunuşuna ihtiyacı var demektir. Akla hayale sığan her imaj, imge ve sembol artık anlatılıp açıklanabilir aktarılabilir olmuş demektir. O halde o andaki konjonktürün o tartışmacı üzerinde oluşturduğu baskı onu dile getirilebilir olmaktan menedemez. Çünkü o andaki tartışmacı değilse bile bir başka tartışmacı o konjonktürü hiçe sayarak dile getirilebilir olanı mutlaka başka bir zamanda, başka bir tartışmada faş edecektir.
B.
b.
Katılımcılarının bütün ciddiyetine ve deruni ferasetine rağmen bazen ne yazık ki bu tartışmalardan yüksek bir yarar elde edilemez.
b.1
Herhangi bir tartışma, tartışılacak konu hakkındaki gerçekleri açığa çıkarma sorumluluğundan doğmuyorsa o tartışma yararsızdır. Tartışmacıların -gerçeği açığa çıkarmak yerine- diğer tartışmacıları alt etmeye odaklanmış olmaları olgusal gerçeğin durumunu değiştirmez. Olgusal gerçek hala birileri tarafından açıklanıp anlaşılır kılınmayı bekliyor olacaktır.
b.1.1
Herhangi bir tartışmanın nasıl kazanılacağına dair belli başlı biçimsel kurallardan bahsedilse de gerçekte bir formül yoktur. (Tartışma hilelerinden bağımsız olarak, her uygulayanın tartışmayı zafere ulaştırabileceği sarih mantıksal kurallardan bahsediyorum. Böylesine kurallar yoktur)
b.2
Tartışma kültürü, toplumsal yaşamımızın önemli bir özelliği olarak belirmiştir. Tartışma denen olguyu toplumsallaşmamızın çeşitli mahsullerinden biri olarak kabul etmek gerekir.
b.2.1
Antik dönemde tartışmalar agoralarda kamuya açık bir biçimde yapılırdı. Bu yönüyle de toplum, kendini ilgilendiren sorunların çözümüne doğrudan etki ederek egemen olan görüşe meşruiyet kazandırmış olurdu. Bütün bunlar tartışma kültürünün toplumsal yaşamımızın vaz geçilmez bir unsuru olduğunu göstermektedir.
b.2.1.1
Antik dönem Yunan filozoflarından Elea’lı Zenon ile başladığı düşünülen diyalektik tartışmalar, zaman içinde Sokrates’le birlikte ‘Sokratik Yöntem’ ([7]) dediğimiz yeni bir forma bürünmüştür. Bu konuda sofistlerin ne kadar ün kazandıklarını söylemeye gerek bile yoktur. Platonun duyulur dünya ile idealar dünyasını ayırması, Aristoteles’in Organon’da mantık ilkelerine dair özellikle de II. Analitikler kısmında yazdıkları, izleyen çağlar boyunca entelektüel düzeyde tartışma yürütenler için ufuk açıcı olmuştur.
b.2.1.2
İslam filozoflarının -özellikle de Kelam üzerine çalışanların- Beş Sanat ([8]) diye bilinen mantık konularını hayli önemsediklerini biliyoruz. Çünkü bu Beş Sanata hâkim olmak demek Tanrı’nın emirlerini aklın olanaklarıyla daha anlaşılır kılmak demekti. Bu emirleri emredildiği şekliyle ve de içeriğini hiç çarpıtmadan anlayabilmiş olmak üstelik de anladığımızı günlük yaşamımızda uygulayabilmek hiç de kolay değildi. Halbuki bütün insanlar Tanrı’nın metaforik tarzda şifrelediği emirlerini doğru anlamakla mükelleftiler. Bu sorunu ancak mantık yardımıyla aşabileceklerini fark eden İslam filozofları, çareyi Platon ve özellikle de Aristoteles’te bulmuşlardı.
Mantık yardımıyla, tam olarak doğru anlaşıldığı düşünülen ilahi emirlerin, yaşamda da tam olarak doğru uygulanması sorununu çözmek gerçekte belki de Tanrı’nın insana yüklediği ilk farzlardan biriydi. Bu nedenle El Kindi ile başlayan fakat özellikle Farabi ile zirveye ulaşmış olan İslam mantıkçılığı, Doğu Orta Çağında, İslam uygarlığının hüküm sürdüğü yerlerde, her türden bilimsel gelişmenin de temel güdüleyicisi olmuştur.
Farabi’nin, Aristoteles mantığını, bir adım daha öteye taşımış olması, elbette ki İslam Felsefesini tartışmacı ve daha dinamik bir felsefeye dönüştürmüştür. Farabi ve Gazzali’nin mantıkçı yaklaşımlarından anladığımız kadarıyla Tanrı’nın dili mantıksal ve matematikseldi. Hatta bu nedenledir ki Gazzali’nin Kur’an ayetlerini önermelere dönüştürme çabasına bile girdiği söylenir. Dönemin ruhunu yansıtması ve Kelam ile uğraşan mantıkçıların vardıkları noktayı göstermesi bakımından şu ünlü söz öğretici olabilir: “Mantık ve matematik bilmeyen müftünün fetvasına güvenilmez!”
b.2.1.3
Osmanlı toplumunda da yukarıdakine benzer bir tartışma kültürünün medreselerde kendini gösterdiğini ileri sürebiliriz. Bu kültürün daha çok İslam Felsefesi üzerinden ilerlediğini ve teolojiyle, fıkıhla, kelam ile ilişkilendiğini belirtmeliyiz.
Medreselerde sözlü ve yazılı tartışmalarda genel olarak üç tartışma metodu kullanılmıştır. Bu metotlar Münazara, Cedel ve Hilaf diye bilinmektedir. Bu metotların üçünün de hem amaç hem de kuralları birbirinden farklıydı.
Kısaca bilgi vermek gerekirse Münazara, ilkelerini klasik mantıktan almaktadır. Diğer tartışma tekniklerini de içine aldığı için genel bir tartışma metodu olarak kabul edilir. Münazarada tartışmacıların tek bir amacı vardır; o amaç da doğruya, hakikate ulaşmaktır. Münazara her konuda yapılabilir fakat bunu yaparken klasik mantık kurallarını kullanmak esastır.
Buna karşılık Cedel ([9]) ve Hilaf yalnızca dini ilimlerde kullanılan daha özel tartışma metotlarıdır. Fazla detaya girmeden şu kadarını söyleyebiliriz.
Cedel; diyalektik yöntem, Sokratik yöntem de diyebileceğimiz tarzda yürütülen tartışmaların adıdır. Bu tartışma biçiminin de belli kuralları vardır. Genellikle aynı dinin farklı mezhepleri arasında yürütülen tartışmalardır. Bazen de aynı mezhebin belli bir konuda görüş ayrılığına düşmüş kişileri arasında da yapılabilir. Amaç rakibi ilzam etmektir. Yani susturmak ve tezlerini savunamaz hale getirmektir. Baştan da belirttiğimiz gibi tartışmacılar bunu Sokratik yönteme benzeyen kurallar sayesinde yaparlar.
Cedel, mezhepler arası gerçekleştirilen bir tartışmadır. Aynı dinin mezhepleri arasında gerginliklere de yol açabildiği gerekçesiyle kimi İslam filozofları tarafından kaçınılan, önerilmeyen bir tartışma yöntemi olmuştur.
Hilaf ise karşı mezhebin görüşlerini tamamen reddetmek, zıtlaşmak, muhalefet etmek üzere kurgulanmış tartışma yöntemidir. Bu nedenle Cedele yakın bir tarfı vardır. Bu yakınlık çoğu zaman onların birlikte anılmasına da sebep olmuştur. (İlm-ü Hilaf-ü Cedel)
Hilaf ilminin uygulamada fıkıhla ilişkilendiği teoride ise cedel ve münazara ile ilişkilendiği söylenir. Karşılaştırmalı hukuk terimi genelde farklı milletlerin hukukunun karşılaştırması üzerine kuruludur. Hilafın da buna benzeyen bir yanı vardır. Hilaf da çoğu zaman aynı dinin farklı mezheplerinin karşılaştırmalı hukuku gibi anılmaktadır.
b.2.2
Toplumsal süreklilik eşyanın sürekliliği gibidir. Yasalar, yöntemler tıpkı eşyalarda olduğu gibi değişir ve dönüşüme uğrar. Yeni olan şey eskiyi içerip aşarak, gelişerek değişime katkı sunar. İnsanlığın hafızasına girmiş olan kavramlar, yol ve yöntemler de aynı şekilde ilerler. Hiçbir şey durup dururken toplumsal belleğimizden kayboluvermez. Çünkü kaybolan her şeyin maddi bir nedene dayandığını biliyoruz.
Bahsettiğimiz tartışma yöntemlerinin bazıları artık günümüzde eski özelliklerini yitirmiş olsalar da sonuç olarak bir kavram sanatı olan Mantık, düşünce dünyamızı düzenleyen ilkelerin bilimi olarak daha da sağlam bir biçimde hala ayaktadır. İster klasik mantık ister modal mantık ya da çoklu değer mantığı olsun, sonuç olarak mantık bilimi; Aristoteles, Farabi, Gazzali, Kant, Hegel, Marx derken günümüze kadar ulaşan tüm filozofların kendi felsefelerini bir anıt gibi kurup çatmak için kullandıkları en emin organon (alet) olmuştur. Yalnızca felsefeciler değil, dilbilimciler, matematikçiler, hukukçular, doğabilimi ile uğraşanlar, şairler ve diğer sanat dallarında eser verenler, kısacası muhakeme, uslamlama yeteneği taşıyan herkes bu kullanışlı organon’dan yararlanmak zorundadır.
b.2.2.1
Tartışma ve mantık kavramları birbirini tamamlayan kavramlar gibi düşünülmelidir. Çünkü belli bir konuda fikir beyan eden tartışmacıların asgari düzeyde tutarlı olmalarını bekleriz. Bu durum doğası gereği bizi mantığın alanına sürüklemiş olur.
b.2.2.2
Mantık sözcüğünün Yunanca bir kavram olan Logike sözcüğünün Arapçası olduğu bilinir. Logikos, logos’a yani söze, akla ve akıl yürütmeye aittir. Yani o hem sözle hem de akılla ilgili bir kavramdır.
Farabi; bu sanatın adının (yani mantık sözcüğünün) nutk sözcüğünden türediğini vurgulamış ve sözcüğün eskilere göre üç şeye delalet ettiğini bildirmiştir. Birinci olarak bu sözcük, “insanın makulleri idrak edebileceği kuvvete delalet eder. Bu kuvvetle ilim ve sanatlar elde edilir ve onunla hareketlerin güzeli çirkini ayırt edilir” der.
İkinci olarak “İnsanın nefsinde anlayış yoluyla hasıl olan makullerdir; bunlara içten konuşma denilir”
Üçüncü olarak ise “İçerde bulunan şeyi dil ile söylemektir; buna da dıştan konuşma denilir” ([10])
b.2.2.3
Mantık kelimesi hem bir düşünme tarzını ifade eder hem de bir bilimin adı olarak bilinir. İnsan mantık bilimini hiç öğrenmeden de mantıklı düşünebilen bir varlıktır. Nitekim mantık biliminin kuruluşu insanın mantıklı düşünmeye başlamasından çok sonralara rastlamaktadır. Mantık bilimi ile mantıklı düşünme arasında sıkı bir ilişki olduğunu her zaman söyleyebiliriz.
b.2.2.3.1
Mantık biliminin konusu mantıklı düşünmenin düzenli olarak tespitinden oluşmaktadır.
b.2.2.3.2
Mantıklı düşünmeye, ‘doğru düşünme’ veya ‘tutarlı düşünme’ denilebilir. Tutarlı düşünmenin belli başlı ilkeleri vardır. ([11])
Bu ilkelerden söz etmek gerekirse;
- Özdeşlik ilkesi; Bir şey ne ise o’dur. Özdeşlik ilkesi için bir düşüncenin kendine uygunluğunun ifadesidir de denilebilir. Bu ilkeyi A=A şeklinde sembolize edebiliriz.
- Çelişmezlik ilkesi; ‘Bir şey aynı anda hem kendisi hem de kendisinden başka bir şey olamaz’ yargısını ifade eden ilkedir. Bu ilkeyi de
şeklinde sembolize edebiliriz.
- Üçüncü şıkkın imkansızlığı ilkesi; Bir düşünce (önerme) ya doğrudur ya da yanlıştır, dolayısıyla üçüncü bir ihtimal daha yoktur. Bu ilke doğruluk değeri bakımından iki gerçek değerli mantıklar için geçerlidir. Günümüzde bu ilkenin reddine dayanan ve ikiden fazla gerçek değerli mantıklar kurulmuştur. ([12])
Bu üç ilke, şekilsel düşünüş (la pensee formelle) için yeterlidir. Yani zihnin dünyasında, sözcüklerin dünyasında, bu üç ilke bize, tutarlı düşünmenin olanaklarını yaratır. Ancak zihnin bu kurallarını gerçekliği (realite’yi) açıklamak için uyguladığımızda ilave olarak aşağıdaki şu ilkelere de ihtiyaç duyarız;
- Yeter neden ilkesi; her şey var oluş sebebine sahiptir. ([13])
- Nedensellik ilkesi;
- Gaiyet (Ereksellik, Finalite);
b.2.3
Mantık biliminin kurucusunun Aristoteles olduğunu daha önce de belirtmiştik. Organon adlı eserinde Kategoriler, Önermeler, Birinci Analitikler, İkinci Analitikler, Topikler ve Sofistik Deliller olmak üzere altı bölüm vardır. Aristoteles bu bölümlerde kavramlar, hükümler, akıl yürütmeler ve çeşitli ispat yöntemleri üzerinde durur. Akıl yürütmelerde en çok yeri kıyas’a verir. Kıyas Aristo mantığının bel kemiğini oluşturur. ([14])
Aristoteles’e göre zihnin kanunları aynı zamanda varlığın da kanunlarıdır. Ona göre mantık metafizikle sıkı sıkıya ilintilidir. Buna karşın Stoacılar mantığın metafizikle ilişkisini görmezden gelmişlerdir. Mantığı şekilsel ve dille ilgili bir bilim haline getirmek için çabalamışlardır.
Gerek İslam dünyasındaki mantık çalışmalarında olsun gerek Stoacıların çalışmalarında olsun tüm Orta Çağ boyunca Aristoteles etkisi bütün bilimlerde kendini göstermiştir.
Kimi İslam mantıkçılarına göre mantık biliminin dokuz bölümden oluştuğu söylenir. Bu bölümlerin sekizi Aristoteles’in yukarıda bahsettiğimiz altı kitabına ek olarak yine Aristoteles’in yazdığı Retorik ve Poetika kitaplarından müteşekkildir. Dokuzuncu bölümü ise yeni Platoncu Plotinos’un öğrencisi Süryani asıllı filozof Prophyrios’un (M.S. 234-305) yazdığı söylenir. Prophyrios’un eserinin adı Îsâgûci’dir (isagoji)
b.2.3.1
Zaman içinde İslam filozofları Aristoteles mantığını kullanmaktan çekinmeye başladılar. Dinsel konularda ileri sürülen pek çok önermenin bu mantık sayesinde kendilerini de çürütmesi yeni korkulara yol açtı. İslam’ın iktidarının sarsılmasındansa mantığı yasaklamayı tercih ettiler. Ehli sünnet bilginleri arasındaki mantık düşmanlığı o derece arttı ki şu sözler darbımesel gibi kullanılmağa başladı;” Kim mantıkla uğraşırsa zındık olur” ([15])
Batı’da Orta Çağ Avrupa düşüncesinde Aristoteles’in kitaplarının Latinceye çevrilmesiyle birlikte fizik, metafizik ve mantık alanında Rönesans’a kadar Aristoteles etkisinin sürdüğünü görüyoruz.
b.2.3.2
Mantık bahsini daha fazla genişletmek niyetinde değilim. Son olarak şunu söylememiz yeterli olacaktır. 19. Yüzyılın ikinci yarısından sonra toplumsal ve ekonomik gelişmelere bağlı olarak bilimsel alanda ve dolayısıyla mantık alanında da yeni gelişmeler ortaya çıkmıştır. Modern mantık ya da sembolik mantık (lojistik) adıyla anılan yeni bir mantık tarzı gelişmiştir.
Başlangıçta felsefenin bir kolu olan mantık zamanla filozofların uğraş alanı olmaktan çıkmıştır. Felsefenin ve filozofların ihmal ettiği bu disiplini günümüzde matematikçilerin ve fizikçilerin daha da geliştirdikleri söylenebilir. ([16])
b.2.3.3
Sonuç olarak; ciddi ve ilkeli bir tartışmada tartışmacılar hiç değilse Klasik Mantık diye ifade edilen Aristoteles mantığından haberli olmak zorundadırlar. Çünkü Dedüksiyon’a (Tümdengelim’e) dayanan bu mantığın en önemli kısmını kıyas oluşturmaktadır. Kıyas ise bir tartışmacının belki de en önemli tartışma aletidir. Daha önce de ismini andığımız BEŞ SANAT kıyasın uygulanma yeridir. ([17])
b.3
Kanımca bütün insanlar gerçeklik ve hakikat arasındaki yani ‘var olan’ ile ‘olması gereken’ arasındaki salınımda zihnen birbirleriyle çarpışmak zorundadırlar.
b.3.1
Gerçeklik bizim optiğimize bağlı iken hakikat ise ilkelerini bize bağlı olmaksızın kendini duyurandadır. Üzerinde uzlaşılmış olanda, idealize edilmiş olandadır hakikat.
Pergel ve kalem kullanarak çizdiğim çember gerçek bir çemberdir. Fakat hakiki değildir. Hakiki çember ise matematiğin tarif ettiği o mükemmel çemberdir. Bu yönüyle de hakiki olan ideal olandır.
Benzer biçimde; hukuksuzluk ya da daha iyi bir hukuk bizim gerçeğimizdir. Her şeyin daha iyiye ya da daha kötüye gitmesi bize bağlıdır. Oysa hepimizin peşine düştüğü şey idealize edilmiş olan adalettir. Çünkü hakiki olan hukuk değil, adalettir. Hukuk sadece gerçek olandır. Adalet ise bir olması gerekendir.
b.3.2
Gerçeğin ve hakikatin (epistemolojik, ontolojik ve filolojik tanımlarından kaynaklanan) çelişkisi bizi savaşmaya, çarpışmaya, çatışmaya ya da en azından bir tartışmaya sürüklemektedir.
b.3.2.1
Hiçbirimiz bulunduğumuz konumda yüzde yüz haklı ve yüzde yüz tutarlı duramayız. Daha yaşanılabilir bir dünya için savaşmaya varmadan önce tartışma ile pek çok sorunu ortadan kaldırabileceğimiz aşikardır.
b.3.2.2
Savaşmak çaresiz olanın, tecavüze uğrayanın kaçınılmaz seçeneğidir. Aynı zamanda bu onlar için bir onur sorunudur. Böylesi durumlarda bile savaşmaya başlamadan önce ilkesel olarak bir tartışma zemini yaratmaya çalışmak her zaman için öncelik olmalıdır.
b.3.2.3
Savaş, söylenen tüm sözleri geçersiz kıldığında artık yeni bir söz söylemek zaruridir. Yeni sözlerin ise yine mecburen yeni bir tartışma ile başlayacağını ve kendini de tartışılır hale getireceğini unutmamak gerekir.
SONUÇ
Bölüm A’da tartışmacıların bir tartışmada neleri göz önünde bulundurmaları gerektiğinden bahsederken bölüm B’de ise tartışmacıların tartışmaya girmeden önce neler hakkında hiç değilse genel kültür düzeyinde bir bilgiye sahip olmaları gerektiğinden bahsetmiş olduk.
Başlangıçtaki temennimizi yazıyı bitirirken de yineleyelim. Şöyle demiştik: Unutmayalım ki bütün büyük sorunlar doğru bir tartışma ortamından ne kadar uzak olduğumuza bağlı olarak varlıklarını sürdürürler. Çünkü çözümsüz gibi görünen pek çok problem (ister bilimsel bir problem olsun ister felsefi ister toplumsal düzeyde bir problem olsun) eğer o probleme has ve o problemin gerektirdiği türden bir işlem sırası gözetilerek probleme yaklaşılmışsa aslında gerçek anlamda çözüme ulaşmanın nesnel koşullarının da oluşmuş olduğunu söylemek mümkün olacaktır.
Doğru zeminde yürütülen her tartışmanın yaşamı kolaylaştırıcı gücünden bütün canlıların azami düzeyde yararlanması dileğiyle diyorum.
2 Mayıs 2024/ Esenyurt/İstanbul
DİPNOTLAR
- [1] “Bu kitabı belki de bir tek, içinde dile gelen düşünceleri -ya da benzer düşünceleri- kendisi de zaten bir kez düşünmüş birisi anlayacak. -Bir öğretici kitap değil, böylece. Anlayarak okuyan tek bir kişiye zevk verebilirse, amacına ulaşmış olacak (…)
Çabalarımın başka düşünürlerinkilerle ne ölçüde çakıştığını, ben yargılayacak değilim. Hem, burada yazdıklarım, tek noktalarda hiçbir yenilik savı taşımıyor; bu yüzden de hiçbir kaynak belirtmiyorum, çünkü düşündüğümü benden önce bir başkasının düşünmüş olup olmadığı, benim için fark etmiyor.”
L. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, Çeviri; Oruç Aruoba Metis Yay. 7. Basım, (s.11)
- [2] “Düşünme, akıl yürütme ve akıl yürütmeler zinciridir. Akıl yürütme ise hükümler arasında bağ kurarak, zihnin, bilinenlerden bilinmeyenleri elde etmesidir.”
Öner N., Klasik Mantık, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1986, Beşinci Basım, (s.3)
“Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Düşünme ile dil arasında bir özdeşlik kurmak zorunda değiliz; ama düşünmenin kendisini ancak dilsel görünümle tanımlayabiliyoruz (…) Aslında “düşünme” denen olgu karmaşık ve çok yönlü bir olgudur ve beyin fizyolojisinden psikolojiye kadar bir dizi bilimin konusudur. Kabaca söylersek; bir süreç olarak düşünmede, duyumlar, zihin, hayal gücü ve bellek birlikte etkindirler ve psikologların saptamalarına göre, algılama, hayal kurma, anımsama, sezgi, tasarlama, hesap yapma vb. ‘düşünme’ denilen sürecin değişik tür ve görünümleridir.”
Özlem D., Mantık/ Klasik-Sembolik Mantık/ Mantık Felsefesi, İnkılâp Yayınevi, Yeniden gözden geçirilmiş 7. Baskı, (s.29)
- [3] Düşünce;
Bilinç olgularının tümü. Kavramları karşılaştırarak fikirler oluşturma yetkisi ve bu oluşmuş fikirlerin tümü. Yargılardan karşılaştırma yoluyla sonuçlar çıkarma yetisi. Bir yargı ya da bir görüş ortaya koyma işlemi (…) Geniş çerçevede düşünce yalnızca fikir düzeyindeki çıkarımları değil zihnin tüm etkinliklerini ve ürünlerini karşılar. Buna göre yalnızca usavurmayla ortaya konulan bir yargı değil, bir duygu bir imge, bir izlenim de bir düşüncedir (…)
Fikir;
Zihinde bir varlığı karşılayan bütünsel imge. Kavramlara dayanılarak ortaya konulan genel görüş. En genel anlamda düşünce. Bossuet’nin belirttiği gibi, fikir terimini biz genel olarak bazı özel nesneleri düşündüğümüzde, zihnimizde oluşan imgeleri belirlemek için kullanırız (…) Bazı filozoflar zihnimizdeki bu bütünsel yapılara ‘kavram’ adını verirken bazıları ‘fikir’ adını verir. En genel anlamıyla fikir kavramı düşünce kavramıyla özdeştir (…) Fikir, ayrıca görüş anlamına da gelir. Bir kişinin siyasal fikirleri onun görüşleriyle ilgilidir. Bu anlamda doğru fikirler kadar yanlış fikirlerden ya da boş fikirlerden de söz edebiliriz. Her ne olursa olsun fikirlerimiz bilincimizin temel etkinliklerini ya da yapı taşlarını oluştururlar (…)
Timuçin A., İnsancıl Yay, Genişletilmiş İkinci Basım 1998 (s.105,132,133)
- [4] Dış dünyanın uyaranları bizim fiziksel ve sosyal filtrelerimizden geçerek düşüncenin oluşumunda yer alırlar. Bedensel eksiklik ya da duyarlıklarımıza ilave olarak toplumsal konumumuz, gelenek göreneklerimiz gibi sosyal düzeydeki filtrelerimiz düşüncelerimizin yönünü, derinliğini belirleyen etmenlere dönüşür. Pek çok konuda kolayca yanıltılabileceğimizi hesaba katmak zorundayız. Düşüncelerimizi ve duygularımızı işte bu eksiklik ya da duyarlılıklarımıza bağlı kalarak oluşturmaktayız. Aşırıya kaçan fikirlerimizin sonuçlarının da aşırı olabileceğini bir an için bile unutmamak zorundayız.

Şekil I.

Şekil II.

Şekil III.
- Yukarıda verilen birinci şekildeki doğru parçalarının uzunlukları eşit olmasına rağmen aşağıda gösterilmiş olan doğru parçasının üsttekinden daha uzun olduğuna inanmak eğilimi, zihnimizin gerçeği değil de kendi gördüğüne inanma ve kendi deneyimini referans almasıyla gerçekleşmektedir. Duygularımızın, düşüncelerimizin her an bu şekilde manipüle edilme olasılığını dikkate aldığımızda, bir fikri tutarlı bir biçimde inşa etmenin ne kadar zor olduğunu daha iyi anlarız.
- Zihnimiz ikinci şekildeki doğru parçalarını birbirine paralel olarak görüp algılamak yerine onları gittikçe eğrilen uzunluklarmış gibi değerlendiriyor.
- Üçüncü şekilde ise ortada hiçbir zaman olmayan o üçgeni gerçekte var olan daire dilimlerinin konumlarından yararlanarak sanki varmış gibi görmeye yelteniyoruz. Biliyoruz ki o üçgen hiçbir zaman orada olmadı.
- [5] Yazının burasında ‘Ockham’ın Usturası’, ‘tutumluluk yasası’ ya da ‘basitlik yasası’ gibi çeşitli adlarla da dile getirilen ilkeyi hatırlatmak istiyorum. Bu ilkeye göre; ‘Bir konuda en az varsayıma ihtiyaç duyan bir açıklama (yani varsayım sayısı en az olduğu için en basit kabul edilen açıklama) muhtemelen diğer açıklamalara göre en doğru olanıdır.’
Bir tartışmada Ockham’ın Usturasını cebinde taşımayan bir tartışmacının zor durumda kalacağını varsayabiliriz. Öte yandan Ockham’ın Usturası karmaşık bilimsel konuların incelenmesinde etkisiz kalabilir. Ayrıca Ockham’ın usturasına rağmen bazı tartışmacılar argümanlarını diğer tartışmacıları zor durumda bırakmak adına yanlışlanabilir olmayan önermelerden seçerler.
Bilindiği gibi yanlışlanabilirlik özelliği bulunmayan önermeler, genellikle bilimsel önermeler değildir. Yanlışlanabilirlik özelliği bilgi ile inancın birbirinden ayrılması diğer bir deyişle bilim ile bilim dışılığın ayrılması için kullanılır. Tartışmacıların bu ayrımları farkında olarak tartışma yürütmesi genel geçer bir beklentidir.
- [6] Bu noktada Bertrand Russell’ın “Tanrı Var mı?” (Is There a God?) isimli ünlü makalesini hatırlatmak istiyorum. Russell’ın bu makalede verdiği ‘çaydanlık’ örneği, yanlışlanabilir olmayan önermelere gösterilen önemli bir örnek olarak kabul edilir. Ayrıca makalenin bütünü teizme karşı hayli sert eleştirilerle doludur. Bu yönüyle de incelenmeye değer bir makaledir.
- [7] Sokratik Yöntem; Bir tartışmada belli bir konuda ileri sürülmüş olan düşüncelerdeki çelişkileri, yanlışları, o düşünceleri ileri süren kişiye çeşitli sorular yönelterek kendisine konu hakkındaki düşüncelerinin yanlışlığını, yetersizliğini gösterme sanatıdır.
- [8] Hem Aristoteles (muallimi evvel; yani birinci öğretmen, önceki öğretmen) hem de onun ilkelerini derleyip geliştiren Farabi (muallimi sani; yani ikinci öğretmen, sonraki öğretmen) mantıkta BEŞ SANAT dedikleri şu alanlardan bahsetmişlerdir.
BURHAN : Kanıtlama, doğru olanın şüpheye yer bırakılmayacak şekilde kanıtlanmasına yarayan mantık cümleleri ya da kurgusudur.
CEDEL Diyalektik yöntem de diyebileceğimiz ve tartışmada doğruyu bulmaktan ziyade tartışmayı kazanmak ve karşıdaki tartışmacıyı susturmak, tezini savunamaz hale getirmek üzere kurgulanmış olan mantık cümleleridir. Sokratik yöntem de bu türe girmektedir.
HATÂBE Hitabet, retorik, kendi görüşlerini tasdik ettirmek üzerine kurulu mantık cümleleri
MUGALATA ve SAFSATA Mugalata; şaşırtmayı aldatmak amaçlı yapmaktır ve Safsata ise şaşırtmayı tartışmayı kazanmak için ve tartışmacıyı fikrinden dönmeye zorlayacak şekilde kurgulanmış mantık cümleleridir.
ŞİİR İnsanların, zan ve ilimlerini takip etmek yerine tasavvurları takip etmesi şiirin sevk etme yönlendirme gücünden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle şiirsel mantık cümleleri tartışmacıyı etkilemeye yönelik cümleler olarak kabul edilir.
- [9] Cedel, hem bir tartışma metodunun adıdır hem de klasik mantıkta “çok meşhur olan (meşhurat) ve doğru kabul edilen (müsellemat) öncüllerden oluşmuş kıyas” türünün de adıdır.
- [11] Öner N. a.g.e (s.3)
- [12] Bizim toplumumuzda Klasik Mantık, Formel Mantık, Biçimsel Mantık ya da Aristoteles Mantığı hatta biraz daha kabaca söylersek Düz Mantık hepsi aynı anlamda kullanılan kavramlardır.
Orhan Hançerlioğlu’ndan şu alıntıyı yapmamız burada uygun düşecektir.
“Biçimsel mantık (Os. Surî mantık, Fr. Logique formelle) adı verilen mantık, Aristoteles’in anlayışına uygun olan bu mantıktır. Kaldı ki mantık bilimi yüzyıllar boyu çeşitli düzeltmelerden geçtiği halde hep Aristoteles’in tanımına uygun ve biçimsel kalmıştır; çünkü düşüncenin gene düşünceyle doğrulanabileceği iddiasındadır. Oysa düşünce ancak pratikle doğrulanabilir, kuramı denetleyen ve doğru olup olmadığını meydana koyan eylemdir.
Aristoteles’ten sonra mantık biçimsel temeline uygun kalarak, çeşitli düzeltmelerden geçmiştir: İskenderiye okulu mantığı, özellikle İbni Sinâ’nın biçimlendirdiği İslam mantığı, Orta Çağ skolastiğinin ünlü Port-Royal mantığı, Descartes mantığı, Hegel’in diyalektik mantığı…”
Hançerlioğlu O., Felsefe Sözlüğü, Geliştirilmiş 7. Basım, Remzi Kitabevi, 1989, (s.242)
- [13] G. W. Leibniz tarafından dile getirilen yeter neden ilkesine göre şu belirlemeleri yapabiliriz;
- Bir önermenin doğruluğunun nedeni başka bir önermedir.
- Hiçbir yargı yeterli neden olmadan doğru değildir.
- Her bir yargının doğruluk nedeni başka bir yargıdır.
- Yeter sebep olmadıkça bir yargının doğruluğundan söz edilemez.
- Yeterli neden olmadıkça hiçbir olgu mevcut, hiçbir yargı doğru olamaz.
- [14] Öner N., a.g.e (s.5)
- [15] Öner N., a.g.e (s.8)
- [16] Öner N., a.g.e (s.11, 12, 13)
- [17] Öner N., a.g.e (s.15)