Annemle iskele başında otobüs yazıhanesinin önündeki banka oturduk. Koca yaz bitti, fındık işleri bitti ve biz de bittik. Şimdi göçmen kuşlar misali yevmiyelerimiz cepte- doğduğumuz yerden doyduğumuz yere- yuvaya dönüyoruz. Her zamanki gibi elimiz kolumuz kap kacak dolu. Turşu bidonları, konserveler, reçeller…

Ayaklarımızın dibindeki yükler tıpkı bizim gibi birbirine yaslanmışlar, Giresun’dan yola çıkmış 302 Mercedes’i gözlüyorlar. Babam iflas ettikten sonra Samsun’a yerleştiğimizi bütün arkadaşlarım biliyordu artık. Burada kalmayı da buradan gitmeyi de hiç istemiyordum. Köyü sevip sevmeme konusunda kafam her zaman karışıktı. Yazın memlekete gelip, fındık bahçelerinde çalışmak zorunda kalmam çocukluğuma verilmiş ağır bir cezaydı sanki. Bu yüzden midir bilmem, arada bir kazandığım paraları çıkarıp sayardım. Ne bir eksik ne bir fazlalardı.

Ben boş gözlerle sağa sola bakarken bir müptezel bütün sarhoşluğuna rağmen ayaklarımızın arasından sıyrılıp geçti. Saçı sakalı birbirine karışmış bu zavallının karnı, açlıktan sırtına yapışmış gibiydi. Adamı görünce annem: “Vah anam, yavrum!” dedi.

Şu dünyada kulağıma bundan daha hoş gelebilecek başka bir söz yoktur. Annem bu sözüyle koca bir hayatı özetleyiverirdi. Hiçbir şey bu söz kadar içtenlikli ve etkileyici görünmezdi bana.

– Dalyan gibi, boylu poslu adam ne hale gelmiş, vah anam yavrum vah! dedi yeniden.

– Anne, onu nerden tanıyorsun dedim şaşkınlıkla.

– Tanımaz mıyım yavrum! Hey gidi İmdat hey! Karışoğullarından İmdat! Acısından ne hale gelmiş çocukcağız! Nerdeyse tanınmaz olmuş, vah anam vah! dedi, yeniden. Sonra giden adamın peşinden bakarak başladı anlatmaya.

– Kütük deposunun orada, bahçenin içinde evleri vardı bunların. Hastalanmış diye duyduk, aklını yitirmiş dedilerdi, doğruymuş baksana! Vah yavrum, vah! Allah hiç kimseyi çoluk çocuğuyla sınamasın.

“Sınamasın” dedim kendi kendime. Annem anlatıyordu, ben hem onu dinliyor hem de otobüsün yolunu gözlüyordum. On iki yaşındaki bir çocuk için fazlasıyla acıklıydı annemin sesi. Onun empati kuran acıklı sesini zihnimin derinliklerine göndersem de onun gibi hüzünlenemiyordum ben. İçim fıkır fıkırdı. Karşı köşedeki dondurmacı ne zaman bu yana dönüp baksa beni çağırıyormuş gibi geliyor ve sanki bedava
dondurma verecekmiş gibi aklım çıkıyordu. Oysa çektiğimiz onca zahmetten sonra cebimdeki paraların bir kuruşuna bile kıymam mümkün değildi. Annemi dinlemekte kararlıydım.

– Balıkçılık yapardı bu oğlan. Yakaladığı balığı getirir orta caminin arkasında, köşede el arabasında satardı. Karısı Keriman, buna kaçınca, ailelerin arasında husumet oldu. İki taraftan da dışlandılar. Bir anda varlık içinde darlığa düştüler. Adı batası Karışoğulları! Dünya kadar yerden yurttan, bir avuç fındık bile vermediler bu çocuklara. Bahçe içindeki kırık dökük evi de baban tamir etti hayrına. Üç çocukları oldu bunların. Büyük kız aynı babası gibi! Girişkeen, konuşkaan, Allahım, bir de güzel kız ki görme gitsin! Babasıyla -erkek
çocuğu gibi- ta mezgit adasına serpmeye giderlermiş. Küçük kız ise denizi pek sevmezmiş. Onu da en son annesiyle evin önünde yün çırparken görmüştüm.

Annem anlatıyor, bütün Bulancak onu dinliyormuş gibi geliyordu bana. Arada bir çenesine bağladığı saten eşarbını yüzüne kaydırıp düzeltiyor, Giresun yoluna bakıyor, “Araba gecikti” diye söyleniyor ama hikâyeyi de anlatmaktan vazgeçmiyordu. Kaldığı yerden devam ediyordu.

– Gene bir gece sabaha karşı büyük kızla oğlanı alıp mezgite gitmişler. Oğlan daha bir buçuk iki yaşındaymış. Kız da senin yaşlarındaymış o zamanlar. Cahillik işte! Ona kaç kere söylemişler, çoluk çocuğu kayığa doldurup götürme demişler. Deniz elinden alır çocuklarını demişler. Dinlememiş hiç kimseyi. Alırsa alsın dermiş millete. Ben her gün ondan çocuklarını alıyorum ya, bir gün de o benden alsın dermiş, ödeşiriz dermiş. Alay edermiş milletle. Cahillik işte! Allah hiç kimseyi çoluk çocuğuyla sınamasın.

Annem birden sustu. Dikkati dağılmış gibiydi. Bense filmin yarısını seyretmiş de film koptuğu için sonunu göremeyecek bir izleyici gibi heyecanlıydım. Çok merak etmiştim hikâyenin sonunu.

– E, sonra n’olmuş, anlatsana, dedim.

– Pazarsuyundaki limandan sabaha karşı üçte yola çıkmışlar. Deniz çelpeşikmiş. Önlerinde 12 kayık varmış. Bunlar en arkadaymış. Öndeki kayıkların dümen suyunda tam gaz gidiyorlarmış. Oğlanı kızın sırtına kolanla iyice sarmış, kızı da kayığın baş tarafına oturtmuş. Kız zaten her zaman orada otururmuş. Kendisi de yekeyi tutmak için kayığın kıç tarafına geçermiş. Gene öyle oturmuşlar. Karanlıkta körlemesine giderken birdenbire dümen suyundan çıkmış gibi sarsılmışlar. Bakmış ki öteden Sahil Güvenlik botu geçiyor. “Kızım sıkı tutun!”; diyemeden kayığın ucu şahlanıp şahlanıp inmeye başlamış. Çocuklarının düştüğünü bile görememiş İmdat. Çelpeşik bir yandan, karanlık bir yandan. Kayığı durdurup suya atlayana kadar çocukları kaybetmiş. Daha gerisini bırak işte! Allah hiç kimseyi çoluk çocuğuyla sınamasın!

Bir müddet çocukların çaresizliğini çırpınışlarını ve karanlık sularda dibe çöküşlerini düşündüm. Başlarına biriken rengârenk balıkları hayal ettim. Balıklarla birlikte babalarının ağlarına takıldıklarını, sonra da kurtulduklarını ama bunu hiç kimsenin bilmediğini kurup durdum.

– Şu araba da bir türlü gelmek bilmedi, dedi annem. Beni karabasandan uyandırmak istediği belliydi.

Araba gelene kadar iskeleye koştum. İskelenin en ucunda durdum ve üstüme gelen dalgaların ayaklarımın altından geçip gitmelerini, kıyıda dürülüp parçalanmalarını izledim. İmdat’ın denize kaptırdığı çocuklardan sonra bu heybetli deniz daha da azgın göründü gözüme.

Hava o günkü gibi rüzgârlıydı. Rüzgâr Pazarsuyu açıklarından Dikmen’e doğru esiyor, kıyılarda denizanası ve yosun biriktiriyordu. 302 Mercedes’in havalı kornasıyla daldığım düşüncelerden kurtuldum. Elimi usta bir denizci gibi alnıma götürüp ufka baktım. Pazarsuyu açıklarında iki kayık, bir batıyor bir çıkıyordu. Arabaya koştum. Otobüsümüz gıcır gıcırdı. Şoförümüz ise koltuğunda hafif kaykılmış çok şık ve çok havalı görünüyordu. Beni görünce:

– De bakalım delikanlı, dedi, deniz bugün nasıl görünüyor?

– Çelpeşik! dedim.

Otobüs Ordu’yu geçip Vona’dan aşınca, mangaldaki kuzu etinin kokusuna doğru yol alırdık sanki. Bolaman şu hayatta varmayı dört gözle beklediğim tek yerdi. Fındık bahçelerinin içinden, denizle arkadaşlık ederek geçtiğimiz bu yol yıllar sonra bile çelpeşik bir su gibi tatlıdır anılarımda.