Sanat nedir sorunsalının her sanatçı için farklı bir anlam içerdiğini biliyoruz. Çünkü bu sorun entelektüel zihnin her dönem ilgilenmek zorunda olduğu bir sorundur. Sanatçının bu soruya vereceği yanıtlar, aslında onun kendi eserini nasıl biçimlendirmesi gerektiğine dair bir ölçüde kendine de vermiş olduğu yanıtlar demektir.
Biliyoruz ki sanat faaliyeti dönüştürücü bir süreçtir. Sanat eseri hem onu üretenin hem de onu alımlayanın değişip dönüşüme uğradığı bir sürecin ürünüdür. O halde sanatçının yaratma serüveninin başlangıcındaki ‘Sanat nedir?’ sorusuna verdiği yanıtlarla son döneminde verdiği yanıtların birbirinden farklı olacağını tahmin etmek hiç de güç olmuyor. Bu farklılığı tutarsızlık olarak yaftalayamayız. Sanatçının fikirlerindeki bu değişimi bizler eserlerde ulaşılan ustalık düzeyi olarak teşhis ederiz. Bu değişimin son noktada bilgeliğe varacağını hesap etmek gerekir.
Sanatçının, birden çok gerçek yüzü olduğunu ileri sürmek kanımca hiç de abesle iştigal sayılmaz. Çünkü onun duyarlığı hayli yüksek bir duyarlıktır. Bunun içindir ki o, kimi zaman bir içe kapanma yahut belki bir dışa dönme, belki de kendi dışına çıkma hatta kendini inkâr sayılabilecek kadar kendinden uzaklaşma biçiminde tezahür eden çeşitli psişik süreçlerin bir öznesi olarak aramızdadır. Bizler ondaki bu değişimleri onun eserlerinde entelektüel bir zihnin izleri olarak gözlemiş oluruz. Sanatçı her türden ideolojik güdümün etkisinde kalabileceği gibi bazen de kendi ideolojik dünyasını inşa ederek kendi kutsal metinlerini bile oluşturabilir. Bütün bunlar bizlere sanatçıların ait oldukları sınıf ve üretim ilişkilerinin doğrudan bir ürünü olma haliyle donandıklarını düşündürür.
Bir çağın insanı olarak; her sanatçı, öncelikle kendi çağını anlama ve aşma eğilimini bir potansiyel özellik biçiminde kendinde barındırır. Ve bir sanatçının aşmak istediği ilk şey; onu sarıp kuşatan bu köhneliktir. O, her zaman için yaşadıklarından hoşnutsuzdur. Dünyayla ve yerleşik değerlerle kavgalıdır adeta. Koyu bir karanlığın içinde yaşadığını düşünmesi boşa değildir. Çünkü bu yönüyle yakın gelecekte dünyaya ışığını düşürecek olan yeni günün güneşini ilk defa o sezmiş gibidir. Sezdiği şey onun inancı olur. Bu inancı umut olarak eserinde işler topluma yaymaya çalışır. Sonuçta somut ve geçici olan bu dünyada soyut/imgesel ama kalıcı bir yer edinme çabasıdır bu. Geceleyin göğe bakan biri için onca yıldız içinden belli bir yıldızın birden görünür olması gibi bir şeydir bu. Sanatçı zamanı aşmanın; deyim yerindeyse, kutup yıldızı gibi yerdekilere yol göstermenin peşindedir aslen. İşte tüm bu psişik süreçler sanatçıların yaratıcılıklarının itici gücünü oluşturur.
Bu bağlamda şiirin ne olduğu sorusu da öteden beri sorulmaya devam edecektir. Sorulan soru aslında son derece nesnel bir sorudur. Buna karşın yanıtlar hiç de berrak değildir. Bir örnek verecek olursak şöyle diyebiliriz; bizler adaletin ne olduğunu dört başı mamur bir biçimde tanımlayamadığımız halde adaletsizlik söz konusu olunca bunu daha kolay teşhis edebildiğimizi fark ederiz. Benzer bir biçimde şiirin ne olduğunu bilemesek de neyin şiir olmadığını daha kolay tespit ettiğimizi hemen anlarız.
Burada hemen belirtmeliyim ki; genel manada sanat -özel olarak da şiir- sübjektivizmin çocuğu değildir. Evet doğrudur; eseri yaratanlar da alımlayanlar da sübjektif yargıların sularında kulaç atmaktadırlar. Fakat bu yargılar nihayetinde havada değildir. Totalde etkileşimli bireylerin yargılarıdır bunlar. Dolayısıyla sanat eseri bir bireyin ürünü olduğu kadar aynı zamanda toplumsal ilişkiler ağının, emeğin, üretim ilişkilerinin bir tür soyutlaması olarak da görülmelidir.
Sanat kavramı insan kavramına ilintilidir. Bu da demek oluyor ki sanat faaliyeti yalnızca insana has bir faaliyettir. Bu nedenle genel planda sanat özel planda ise şiir varlığını ilintisel bir biçimde insana borçludur. Burada sanatın kökenine dair söyleyeceğimiz her söz bizi evrim tarihinin belli bir aşamasında bir yere konumlandıracaktır.
Düşünen primattan yaratıcı primata evriliş hikayesi hiç de kolay anlatılacak bir hikâye değildir. Eğer abartı sayılmazsa bana öyle geliyor ki; insan doğrudan doğruya sanatla insan olmuştur.
Sanat eseri; yaratılmaya haiz olanın bir gün biri tarafından akıl edilip yaratılmasıyla oluşturulmaktadır. Bu nedenle her sanat eseri bizi en önce özne (fikir) ile nesnenin diyalektik uyumuna götürmektedir. Yani insan varsa sanat vardır diyebiliriz. Eğer insanlık herhangi bir nedenden ötürü bir gün tarih sahnesinden çekilecek olursa onunla yok olacak olan şeyler arasına sanatı da yazmak zorundayız. Bu bağlamda yapay zekanın sanatı dolayısıyla da edebiyatı bitireceği tezi doğru bir tez değildir. Nihayetinde insan yok olmamıştır. Fakat yapay zekanın sanata yeni boyutlar katmasını beklemek, sanatta yeni özellikler aranması gibi kimi sonuçlara yol açacağını tahmin etmek bir öngörü bile sayılamaz. Böylesi bir değişim kesindir.
Bilindiği gibi ne sanatçı ne de eseri kendi sınıfından azade değildir. Her ikisi de sınıfının özelliklerini taşır ve adeta onun bir yansıması gibidir. Bu nedenle sanat kavramı yalnızca insan ile de ilintili değildir. Yani tek ilintisi insan değildir. Toplum, sınıf, katman, tabaka, cemiyet, parti gibi içlemi yine insanla tanımlanan sosyolojik kümelerle de ilintilidir. Aslında insan kavramı tüm bunlar için cins isim olsa da burada vurgulanması gereken şey bu ilişkilerin sanat açısından yaratıcı bir düzlem oluşturmasıdır.
Konuya şiir özelinde baktığımızda tablo şu şekildedir. Şiirin nesnel bir tanımı verilememektedir. Çünkü her ozan ya da şair kendi toplumundan dünyaya seslenmektedir. Bu nedenle öznel ve yerel değerlerden hareket ederek nesnel ve evrensel değerlere ulaşmak gayretindedir. Hemen her sanat eserinde gördüğümüz; öznellik-nesnellik, yerellik-evrensellik türünden gerilimler şiirde de kendine yer bulmaktadır. Sözcüklerle resmedilen şey yalnızca ozanın/şairin penceresinden görünen şeydir. Bu pencereden bakmaya karar verenler yanlarında getirdikleri anlamaları gözden geçirmek zorundadırlar. O halde yeri gelmişken burada tekrar soralım; sahi, nedir şiir? Ozanın okuduğu mudur yoksa şairin yazdığı mıdır? (Bu yazıda bundan sonrası için ozan ve şair anlam ayrımlarını bir kenara bırakarak bunları özdeş kavramlarmış gibi ele alacağımı belirtmeliyim. Gerek görüldüğü durumlarda bu ayrımlara değinilecektir.)
İster bireysel manada olsun, isterse de tekillerin bileşimi olan (tekilliklerinin farkında olarak) ve adına toplum dediğimiz insan grupları şeklinde olsun, her hal ve durumda ‘insan’ denilen ‘mahlukat’ benim için anlaşılmaya muhtaç bir varlıktır. Sanıyorum ki her ozan için de durum böyledir. Çünkü insan muammanın gülüdür.
Verili bir gerçeğin içine doğduğumuz aşikardır. Her insan bu varoluşu kendi penceresinden eksikli bir biçimde kavramaktadır. Hayattan damıtılmış bilgiler zaman içinde anonimleşerek büyük bir dağarın ürününe dönüşürler. Gerek hayatta kalabilmek adına gerek yaşama bir renk katabilmek adına neredeyse çağlar boyu gözlenen, algılanan, bilince çıkarılan bu anonim gerçeklik en sonunda ya bir bilimsel kategoriye ya da sanatsal bir kategoriye dönüşmektedir. İnsanlık, bu sayede eski gerçekliğini yeniden ve yeni bir gözle inceler, eleştirir, bu verilerden yararlanarak yakın gerçekliği bulgulamaya, yön vermeye, hiç olmazsa tahmin etmeye çalışır. Bunu arıların bal yapma güdüsü gibi kendiliğinden doğal bir biçimde içine doğduğu gerçekliğin etkisiyle yapadurur.
Gerçeği çözümleme, muammayı anlama işi verilere dayalı ise, yani ölçülebilir ise ortaya çıkacak olan şey bilimin ta kendisidir. Eğer gerçeği çözümlemede, muammayı anlamada her insanda farklı farklı sonuçlara, çıktılara ve nihayetinde farklı yargılara ulaşıyorsak bu durumda da sanatın evrenine geçiş yapmışız demektir.
Sanatın evreni ölçüleri zorlayan, gerçeği eğip büken, mantığı dışlamasa bile mantığı genişleten bir evren olarak kendini duyurur. Bu yönüyle duygularımızın ve kaçınılmaz olarak da hayal ve kurgunun etkisine girdiğimizi görürüz.
Sanatçı -tıpkı çocukluktaki gibi- oyununu yarar gütmeyen biri olarak kurar. İzleyiciyi eserinin öznesi olmaya davet eder. Zaten o davet etmese bile izleyici katılmak için gönüllüdür. Çünkü bundan estetik bir haz duyduğunu eserdeki simgeleri çözmeye çalışarak göstermektedir. İzleyicinin yargıları sanatçı için yol göstericidir. Bu yargıların yaratıcı kişilik için gidişatı etkileyen bir yönü mutlaka vardır. Bütün o övgüler/yergiler ahlakçı tutumlar, galeyana gelmeler filan tüm bunlar sanatın bağında dolaştığımızın birer göstergesidir artık.
Yukarıdaki değinilerden anlaşıldığı üzre aslında şiir de sanatın diğer alanları gibidir. Şiir, bizzat gerçeğin yeni bir yorumundan doğabileceği gibi hayalin sonsuz olasılığının içinden (ama yine de belli bir yaşantının içinden yani bir tür gerçeğin içinden) ortaya çıkmaktadır.
Bu bakımdan artık şunları söylemek mümkündür: Şiir, bir gerçeğin -öncelikle de bir anlamlandırma öznesi olarak- insan gerçeğinin bir ürünüdür ve bu yönüyle de tüm diğer canlıları ve evreni ozanının optiğinden görmektedir. Şiir her şeyden önce entelektüel bir aklın ürünü olmalıdır. Hele ki bu çağda bu özellik bir zorunluluktur. Üstelik her dönemde ozanlar entelijansiyanın doğal bir üyesidirler. Bu olgu geleneksel şiirin ozanları için de böyledir. Biliyoruz ki ‘Beşinci Sanat’ dalı olarak şiir, orada da yani halk şiirinde de yüksek duyguları açığa çıkarmakla görevlidir. Bade’li olduğu söylenen ozanlarla Ustalama yoluyla ozanlık yapanları ayırmak halk şiirimiz açısından bir temayül niteliğindedir. Edebiyat dünyası Bade’li ozanları yaratıcılıkları nedeniyle büyük sanatçılar kategorisine almakta fakat Ustalama yoluyla ozanlık yapanları ise daha çok bir zanaatçı gibi görmek eğilimindedir. Şairlikte ise işler artık bambaşka bir düzeydedir.
Sözcük kombinasyonu nasıl yapılırsa yapılsın son kertede şiir yüksek duygulara yol açıyorsa şiirdir. Yaşamın saf pratiğinden damıtılan bu kombinasyon rastgele elde edilebilecek bir kombinasyon değildir. Bu nedenle ozanlar bahsedilen entelijansiyada her daim baş köşede oturmuşlardır. Eski ya da yeni pek çok toplumda kimi hükümdarların ve de çeşitli iktidar sahiplerinin şairliğe heves ettikleri pek bilinen bir gerçektir. Bu kişiler açısından ‘kendini gerçekleştirme’ ihtiyacının iktidar üzerinden değil de şiir üzerinden ve şairlik ‘unvanı’ üzerinden şekillenmesi ise hayli ilginçtir. Üzerine çokça düşünülmesi gereken bir olgu olarak karşımızda durmaktadır bu durum. Çünkü şiir; belki de bir akılsızlık türü olarak ya da bir tür kendinden vazgeçme hali olarak her türlü iktidarı yadsıyan bir entelektüel aklın ürünü olmalıdır. Bir şair açısından bu bir merhale demektir. Sıçrayış demektir, erme demektir. (Bir bilince, bir hikmete erme manasında) Anadolu’daki şekliyle söylemek gerekirse Abdallara, hatta neredeyse kırklara karışacak kadar ulu görünmek demektir.
Toplumda yaygın bir görüşe göre şairlik herkesin harcı olmasa gerektir. Tıpkı bir unvan gibi şairliğin kişiye bizzat tanrı tarafından ‘bade’, ‘rüya’ gibi çeşitli mitolojik motiflerle bahşedildiği düşünülür. Elbette gerçek böyle değildir. Kısacası şairin doğuştan yanında getiriverdiği herhangi bir mitsel özelliği ya da herhangi bir mitsel yeteneği yoktur. Bütün diğer alanlarda olduğu gibi şairin de her şeyi çalışarak elde ettiğini bizzat görürüz.
Şair açısından en sonunda varılan nokta ise ilginçtir. Onlar da tıpkı filozofların yaptıkları gibi; dünyayı yeniden yorumlarlar! Şair bu yeni yorumuyla bize en güzel pencereyi açmış gibidir. Bu pencereye gelenler ve bu optikten bakanlar bunu görebilirler. Çünkü her şair için bu dünya önünde sonunda sırrına erilmesi gereken bir dünyadır. İnsan ise bu dünyadaki en güzel muammadır. Onca çalışmadan ve çileden sonra varılacak sır ise (oksimoron bir ifadeyle söylemek gerekirse) gayet açıktır; çünkü sırra, yani hakikate erişmek imkansızdır. Sır bu kadar açıktır, basittir! Bu nedenle sırrın kendisinden daha çok, sırra giden ya da sırrı arayan o ‘yol’ daha önemlidir.
Bir sırrı, bir hakikati arayan kişi olarak şair sırrına erdiği, dolayısıyla şiirlerinde dile getirdiği o inancın en önemli temsilcisi oluverir. Pek çok büyük şairin yaşamı bunun açık örnekleriyle doludur. Hem batılı manada hem de bizim şiirimiz açısından birkaç örnek verip geçelim. Mesela Nesimi’nin derisinin yüzülmesine neden olan şey gerçekte şiirine taşıdığı ve onun sırrına erdiği hakikat değil midir? Pir Sultan’a ‘Dönen dönsün/ Ben dönmezem yolumdan!’ dedirten şey nedir? Benzer bir sırrın benzer bir hakikatin varlığı değil midir bu? NeyzenTevfik’i akıl hastanesine kapattıran sır da yine aynı sırdır. Puşkin’i ve daha sonra da Lermontov’u sırasıyla bir düelloda ölüme sürükleyen şey ulaştıkları o hakikatin düzeyini göstermez mi? Bir şair için onuru söz konusu edildiğinde şairin kendi onuruna ve kendi şiirine halel getirmektense ölmeyi yeğleyeceğini bilmeyen var mıdır artık? Çünkü şairin hakikati şiirindedir. Onun yaşadığı yer orasıdır. Bütün alemin sırrını oraya şifrelemiştir. Şairi susturmaya çalışmak şifrelenmiş yaşamı yok etmeye çalışmakla aynîdir. Bu nedenle şair şiirinde temsilini bulur. Bir şairin onurunu yalnızca onun şiiri temsil edip koruyabilir. Bunca şairin boyun eğmez bir figür olarak saygıyı hak etmeleri boşuna değildir. Verlain ve genç Rimbaud’nun eşcinsel aşklarını hatırlayalım. Tüm toplumu karşısına alma cesareti gösteren bu kudretli aşk gerçek bir meydan okuyuş olarak onların şiirlerinde de yaşamlarında da bir hakikate erdiklerini gösterir. Hazlardan örülü bir dünya tasavvuruyla ulaşılabilecek hiçbir hakikat kapısı olmadığını kim söyleyebilir ki bize?
Adıyla müsemma insanlar gibi şairler de şiirlerinin kaderini yaşamaktadırlar. Yeri gelir yaşamlarını hiçe sayarlar yine de söyleyeceklerinden vaz geçmezler. Yeri gelir bir Madımak’ta taşlanırlar, yakılırlar lakin gene de yeni şeyler söylemek için bir milim dahi geri adım atmazlar.
Bir şair için tutumlu olmak merkezi bir kavramdır. Tutumlu olmayan bir kişi her şey olabilir ama asla şair olamaz. Yalnızca yaşarken değil ne yaşadığını düşünürken de tutumlu olmak önemlidir. Kudretli, ihtişamlı kişilerin gölgesindeyken yazılan şiirlerle yoksul halkın sinesindeyken yazılan şiirlerin temaları da tarzları da adeta yüz seksen derece fark eder. Şiiri de şairi de ölümsüz kılan halkın kendisidir. Bu nedenle şairlikte gözü olanın sarayda gözü olamaz. Saraylarda şairlik ettiğini düşünenler ise halkın eleğinden düşüp belleğinden kaybolurlar. Bir şaire öncelikle şu üç şey gereklidir: bağımsız bir akıl, gerekli kombinasyonlar için gelişmiş bir kültür dili ve de mantık.
Bu bağlamda şunları belirtmek artık zorunlu olmuştur: Ozan gerçekliğin en özlü ve en yeni yorumunu yapan kişidir. Pekiyi ozan şiir yazdığına göre; şiir gerçekliğin en özlü en yeni yorumu mudur? Şiirin böylesi özellikleri bünyesinde bulundurduğunu ileri sürsek bile şiirin bu tür tanımlara sıkıştırılması hem yararsız hem de imkansızdır. Tam da burada Ockham’ın Usturası’nı yeniden anmak faydalı olabilir diye düşünüyorum. Çünkü Ockham’ın Usturası’nın şiire nasıl etki ettiğini tam olarak bilmesem de şiir denen zihinsel yapının tıpkı bilimsel önermelerdeki gibi yetkin bir sadelikle kurulması gerektiği iddiasını cesurca ileri sürebilirim. Unutmayalım ki sadelik karmaşık olmaya engel değildir, kargaşaya engeldir!
Bilmemiz gerekir ki; gerçeğin, bu en özlü, en yeni yorumu her zaman için apaçık olmak zorunda değildir fakat her zaman için özgün olmak zorundadır. Örneğin Aşık Veysel’in;
‘Güzelliğin on par’etmez
Şu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulamaz
Gönlümdeki köşk olmasa’
şeklindeki dizeleri basit bir duyarlık değildir. Şiirin sözcük kombinasyonundaki yalınlık sanki bir ‘kendiliğinden dile gelişi’ işaret eder tarzdadır. Oysa kolaylık gibi tezahür eden bu söyleyişin içerikteki apaçık oluş ile tamamlandığını görüyoruz. Herhangi bir temayı bu denli ‘basit’ işlemek (Ockham’ın Usturası’nı hatırlayın) bilgelik ister, yeni bir kavrayışı zorunlu kılar. Gerçekten de burada gördüğümüz şey derinliğini hiç belli etmeyen bir berraklıktır. Bir sevda gerçekliğinin evrensel bir boyutta özlü ve yeni bir yorumudur. Bu nedenle bu dile gelişe yakınlık duyar kayıtsız kalamayız.
Ozan bu yüksek duygulanımı ister kendi yaşamış olsun ister başkası adına düşünmüş olsun sonuçta arı duru bir özgünlükle anlatmıştır meramını. Bu biçimde özgünleşen ifadeler sayesinde, aşk ve güzellik teması şiirin içinde ustaca belirginleşmiştir. ‘Güzellik’, ‘on par’etmezlik’, ‘köşk’, ‘aşk’ arasında kurulan korelasyon büyük bir anlamın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Eğer bu şiirde böylesine özgün ifadelere yer verilmemiş olsaydı herhalde bu şiirde aşkın ne olduğuna dair merakımız da kendiliğinden sönümlenmiş olacaktı. Bu örnekte olduğu gibi ozan optiğine hangi temayı yerleştirmiş olursa olsun o temayı en başta özgün bir biçimde betimlemek zorundadır.
Demek ki bir ozan, optiğine aldığı gerçekliği, öylesine incelikli yorumlamalıdır ki onun şiiri sayesinde geniş bir kitle benzer bir duyarlığı tıpkı ozanın kendisi gibi teşhis edebilsin. Her şiir için olmasa bile güçlü şiirler için bu böyledir. (Zaten bir ozan için diğer şiirleri, yeni bir arayıştan öte bir şey değildir. Çoğunlukla güçlü şiirlerin provası gibidir onlar. Ayrıca güçlü şiirin ne olduğunu da çözülüp giden köhnelik gösterecektir ozana)
O halde güçlü bir şiir bu yönüyle, okuruna, bunca zamandır arayıp da bulamadığı o gerçeği, ona fısıldayacağını vaat eden şiirdir. Yani tanımlayıp tasvir etmekte güçlük çektiğimiz duygu ve düşüncelerimizi bilince çıkaran şiirdir. Estetik yargılarımızı harekete geçiren şiirdir. Bu nedenle güçlü şiir karşısında okurun bir an için aydınlanıverdiğini, ışığa boğulduğunu düşünmesi boşuna değildir. Oysa bu heyecan dalgası, bu estetik haz, tıpkı diğer sanatlardaki gibi anlıktır sanki düşünsel bir parlayıştan ibarettir.
Okurun eserden aldığı estetik hazzı gerekçelendirmesi eseri neden beğendiğini bilmesi çok önemlidir. Bu gerekçeyi ona verecek olan şey ise eserin çözümlenmesidir. Okur eseri çözdükçe bilinç skalasının genişlediğini görecektir. Her şeyden önce kendi bilincinin ozanın bilinciyle karışıp yeni bir duyarlığa yükseldiğini anlayacaktır. Çünkü kaptan kaba akan eriyikler gibi şiirin içinde akmakta olan şeyin, yalnızca dizeler değil, kendi bilinciyle birlikte, aynı zamanda ozanın anlam dünyası olduğunu da bizzat gözlemleyecektir. Eğer burada anlatıldığı türden bir kesişim gerçekleşemiyorsa, bu durumda da gittikçe ozanından bağımsızlaşmış olan ve bir ölçüde de anonimleşmiş olan şiirin, hala çözülmeyi bekleyen bir anlam demeti olarak, havada kaldığını, ölü doğduğunu söylememiz gerekir. Çünkü bir bakıma estetik duyarlık da oluş(a)madığı için yazılan metin bir türlü şiire dönüş(e)memiştir, yani o şey hala sadece bir metindir.
Demek ki ozan -farkında olsun ya da olmasın- şiirine aldığı okurunu kendi anlam dünyasının sokaklarında hoş bir gezintiye çıkarmıştır. Okur ozanın bilinç koşullarıyla karşılaştığında onu eleştirebilir, ya da ona hayranlık duyabilir. Ozan ise okurun tavrını önemser ya da görmezden gelebilir. Ona kalsa o yalnızca yazmaya çalışan biridir ve kendi optiğinden ne gördüğünü anlatmak zorundadır. Bunu en güzel ve en özgün biçimde yapan kişi olmak hevesindedir o.
O halde ozan her şiirini bu motivasyonla yazmaya çalışan kişidir. Ama bildiği ilk şey de şudur: asla şiirlerinde henüz istenilen olgunluğa ulaşamadığıdır. Bu nedenle sürekli denemek zorundadır. O, bir entelektüel ve bir eylemci, bir karşı duruş insanı olarak yaşamı anlamaya soyunmak zorundadır. Gözlemlerinden, okumalarından yeni biçemler, arayışlar, olanaklar yaratmak çabası içindedir. Denemektedir ve denediğinin de farkında olmak zorundadır. O halde ozan en güzel şiirini henüz yaz(a)mamıştır. Çünkü gerçek akıp gitmededir ve ozan da tıpkı bir çocuk gibi nereye varacağını düşünmeden hareket etmek serbestisindedir. Bu sayede optiğine yansıyan her muhteşem görüntünün/sesin peşine takılmış gibidir. Hatta filozoflar uğraşadursunlar o herkesten önce gerçeğe balıklama dalmıştır bile. Gelecekte neler olacağını tahmin etmek, kurgulamak, öneride bulunmak, geçmişin yalananını, iyisini kötüsünü, güzelini çirkinini konu etmek arzusundadır. Bir ozan ‘Gerçek denilen şey benim algıladığım kadardır ve bu konuda yazdıklarım bu kadardır ve gerçeğin başka da araştırılacak bir yönü yoktur’ diyemez. Onda akışı anlamak çabası gelip geçici değildir, daimidir, zorunludur ya da artık yazmayı bırakmış ve ozanlıktan vazgeçmiş biri haline gelmiş demektir. Bu ise hem varoluşsal açıdan saçmadır hem de fizik açıdan şiirin trajik ölümünün gerçekleşmesi demektir. Çünkü ozan şiiri öldürmez.
Şimdi de bir metin olarak güçlü bir şiirde olması gereken bazı unsurlardan bahsetmek isterim. Bunları kendi açımdan şu şekilde sıralayabilirim.
- Akıcılık
- Zamansal Olma
- Uzamsal Olma
- Mantıksal Olma
- Biçem
- Özgünlük
- Dilsel Yapı
- Fikri Tutarlılık
- Karmaşık Kurgu
Anımsatmak isterim ki yukarıda yaptığım sınıflama, sadece benim açımdan ‘güzel ve güçlü bir şiir nedir?’ sorusuna verilecek yanıt için gerekli olan ölçülerdir. Unutmayalım ki daha bu yazının başında, bu yanıtların daima sübjektif olarak kalacağını ve şiirin bir yazın türü olarak varlığının bizatihi bu sübjektifliğe bağlı olduğunu özellikle belirtmiştim.
Şimdi kısa kısa bu sınıflamalar üzerinde birkaç söz söylemek isterim.
Akıcılık Nedir?
Bilindiği gibi tüm gelişmiş primatlar harekete ve hareketli olan şeylere karşı duyarlıdırlar. Bir şey ‘olurken’, ‘oluşurken’, ilk özellik olarak hareket kavramı karşımıza çıkmaktadır. Tüm gelişkin canlılar, ilk önce hareketi sezerler ve önce onu gözlemlerler. Hareket ise belli fiziksel yasalara tabidir. Ve üstelik her hareket biçiminin bir nedenselliği ve devretme opsiyonu (periyodu) vardır. Bizler oluşagelen şeyi oluşum ritmiyle kavrarız. Zihnimiz bu konuda duyarlıdır. Bilimde, (zanaatta) ve sanatta uzun soluklu eserler vermek için bu kuralları göz önünde bulundurmak şarttır. Şiir için de durum bundan bağımsız değildir. Diyelim ki bir ozan bir şiirinde ilk on dizede oluşturduğu ritmi on birinci dizede bozmuşsa, okur burada kendini yolda yürürken tökezleyen biri gibi hissedecek ve kendi dikkatsizliğine kızacaktır. Fakat dikkatli bir okur kendine değil, ozanın özensizliğine tavır alacaktır. Bir ozan şiirinin akışını kurgularken eğer çok özel amaçlar gütmüyorsa bu tür risklerden mutlaka kaçınmalıdır. Muhtemelen tökezlediğimiz o yer, o şiirin düğüm noktası olma özelliğine sahiptir. Şiirin tam o noktası öyle bir yerdir ki ozanın ustalığının işaretleri çoğu zaman orada gizlidir. Çünkü ozan için orada şu üç durum gerçekleşir. Birincisi; tam orada akış bozulur, okur tökezletilir- ve eğer özel bir amaç da gözetilmemiş ise- maalesef ki ozanın acemiliği veyahut da özensizliği tam orada görünür bir hal almış olur. Yani bir bakıma şiir orada yaralanmıştır.
İkinci durumda ise işler daha farklıdır. Ozan burada akışı bozmak yerine göze batmayan bir ustalıkla okuru işin içine katacak ve okura bir görev yüklemeyi tercih edecektir. Çünkü okur şiirin tam o kısmına gelindiğinde felsefi bir kavramla, bilimsel bir terimle ya da tedavülden kalkmış sayılabilecek bir sözcük ile karşılaşacak ve ozanın yaşadığı tıkanmayı hiç farkına varmadan kendisine verilen bu ödev üzerinde düşünmeye başlayacaktır. Ödev şudur; “Acaba ozan burada ne anlatmak istemiştir?”. Aslına bakarsanız gerçekte ozan burada yaşadığı bir tıkanmayı ustaca savuşturmuştur. Üstelik okurun bunu bilmesi de çoğunlukla olanaksızdır. O halde sözcük seçimi ozanın buluşu sayılabilecek bir özgünlükte gerçekleşmelidir. Sonuç olarak okur tökezletilmemiş yani akış bozulmamıştır. Ozan bu manevra yeteneği ile muhtemelen şiirine değer katmıştır. Çünkü şiirin tam o kısmında ortaya çıkan bu düğüm, muhtemel bir anlam genişlemesinin de kapılarını ustaca tartışmaya açmış gibidir. Akışın bozulmaması ile elde edilen bu anlam genişlemesinin belki de en önemli tarafı şiiri daha da boyutlandıran bir özelliğe dönüştürmesi olacaktır. Bir sanat eserinin çok katmanlı oluşu her şeyden önce onun estetik açıdan gücünü ifade eden bir özelliktir.
Yaşadığı tıkanma yüzünden akışı bozmak tehlikesiyle karşı karşıya kalan ozanın üçüncü tercih yolu ise henüz tamamlanmadığını düşündüğü bu eseri hiçbir zaman yayımlamamaktır. Yani tıkanıp kalmışlık söz konusudur. Çünkü ona göre o şiirde tam orada engeller bir türlü aşılamamıştır.
Böylesi durumlarda ben de eskimiş sözcüklerden, söyleyişlerden, deyimlerden, terim ya da kavramlardan yararlanmayı tercih etmekte herhangi bir beis görmemekteyim. Kanımca akış, okuru şiire yaklaştıran bir özelliktir. Okurun şiire ısınmasını sağlar. Elbette en geçerli yol budur demek hele de sanat söz konusu olduğunda hiç mümkün değildir. Çünkü tıpkı atonal müzikte olduğu gibi şiirde de ritmin o kadar önemsenecek bir özellik olmadığını savunan pek çok ozandan ve onların şiir örneklerinden bahsedebiliriz.
Her sanatçı gibi bir ozan da eserini inşa ederken kimi zorluklarla karşılaşacaktır. Bu zorlukları Kartaca’nın ünlü komutanı Hannibal’ın da dediği gibi ya bir yol bularak ya da yeni bir yol yaparak aşacaktır. Sanırım başka bir seçenek de yoktur.
Zamansal Olma Nedir?
Bir ozan şiirinin konusuna dair zamanın üç boyutu içinde istediği gibi dolaşma özgürlüğüne sahiptir. Bunun belli bir kuralı yoktur. Ama yine de ozan bu zamansal geçişleri rasyonel düşünmeye yatkın olan zihnimizin kabullenebileceği bir zariflikte yapmalıdır. Çünkü tüm okurlar, okudukları metinlerde anlatılan şeyler her neler ise onlarla ilgili olarak; şimdiye kadar ne olmuş, şimdi durum nedir ve acaba gelecekte neler olacak sorusuyla eseri izlemeye alırlar. Eserdeki zaman ve devinim karşılaştırmasını sıkı sıkıya takip ederler. Örneğin Oktay Rifat şiirlerinden rastgele seçtiğim şu dizelere zaman sorunsalı bağlamında birlikte bir göz atalım.
BEN MAKSADA BAKARIM
Madem ki maksat barış
Yurtta barış
Cihanda barış
Salla gitsin atom bombasını
Mister Fışfış
İnsan dediğin nedir
Abur cubur
Olsa da olur
Olmasa da olur
Maksat barış
Yurtta barış cihanda barış
Kendi savaş
Adı barış
Ama yanarmış yıkılırmış
Boş veeer
Maksat barış
(Oktay Rifat, YKY, Bütün Şiirleri, 5. Baskı, S.174)
Görüldüğü gibi ozanın optiğine bir savaş karşıtlığı yansımıştır. Barışçıl görünüp aslında savaş sürdürmenin riyakarlığına karşı bir tavır alış vardır. Ve bu şiirdeki anlatıcı açısından (ki; o kişi hiç de ozanın kendisi olmak zorunda değildir) sanki anlatıcı kişi birine bir derdini anlatır gibi bir havada konuşmaktadır. Hatta kim bilir belki de kendi kendine mırıldanmaktadır. Her iki durumda da biz bu eleştirici, yargılayıcı kişinin anlattıklarına denk gelmişiz de sanki şimdi bu ana şahit oluyoruz gibidir. Bu yönüyle bu konuşma şimdiki zamana aittir. O halde bu şiirdeki, olay örgüsünün tüm sözcükleri, şimdiki zaman ekleriyle çelişemeyecektir. Peki, çelişmiş olsaydı ne olurdu? Bu durumda estetik yargılarımız devreye girerek bütün bunları yadırgardı. O halde estetik açıdan güçlü olan bir eser her şeyden önce bize, eserde belli bir zamansal konum seçmektedir. Okuyucu olarak bizler o şiirin içine girer girmez doğallıkla o konumu kabul etmiş oluyoruz. Elbette eleştiri hakkımızı sonsuza dek korumak özgürlüğüyle bu konuma razı olmaktayızdır. Tekrar yukarıdaki şiire geri dönecek olursak; bu şiiri, bize yadırgatacak herhangi bir zamansal sorunla karşılaşmadığımız apaçıktır. Gündelik yaşamımızda pek çok kez kullandığımız ‘Boş veeer’ şeklindeki ifade ile oluşturulan dizeye odaklandığımızda görünen şey şudur: Bu söyleyiş biçimi daha çok karşılıklı konuşma sırasında ifade edilen bir söyleyiş biçimidir. Mahsus uzatılarak söylenmiştir. ‘Boş veeer’ öğüdünün karşısında konumlanmış olan kişiler ya bizleriz (boş verecek, aldırmayacak olan kişi) ya da ozanın kendisidir. (Kinayeli bir biçimde kendi kendine öğüt vermektedir.) Ama her iki durumda da zaman şimdiyi işaret etmektedir ve sanki bu konuşma şimdi gerçekleşmiş gibidir.
Burada üstünde durmamız gereken bir nokta da şudur: şiirde metnin değil ama metinde anlatılan konuya ait olan bir zaman kavramı daha görünmektedir. Atom bombasından ve yurtta barıştan söz edildiğine göre şiir bize aslında belli bir tarihsel olgunun döneminden seslenmektedir. Bahsedilen bu dönem ikinci dünya savaşı yıllarıdır. Buradan da ozanın hangi zaman dilimine ait olan bir sorunu optiğine aldığını görmekteyiz. Ozan içinde yaşadığı dönemde gerçekleşen bu büyük ve yıkıcı savaşa yine içinde bulunduğu o dönemde tavır almış dolayısıyla toplumu zamanında uyarma aydınlatma görevini de ifa etmiş olmaktadır. Fakat bu durumu bu yazının amacı dışında olduğundan inceleme konusu etmeden geçmek istiyorum. Buradaki amacımız, şiir yazmak hevesinde olan biri olarak, dilsel bir metin örgüsü bakımından zaman kavramının benim şiirlerimde ne anlama gelmiş olabileceğine dair ip uçlarını okura vermektir.
Uzamsal Olma Nedir?
Her şiirin kendine ait bir uzamı genellikle vardır. Aksi takdirde şemalarla düşünmeye alışmış olan zihnimiz bir anlam örgüsü oluşturamayacaktır. Bir şiirde herhangi bir nesne söz konusu edildiğinde zihnimiz, sözü edilen o nesneyi doğal çevresiyle birlikte resmedecek ve o görüntüyü anlatılan plana uygun bir çerçeveye yerleştirmeye çalışacaktır. Zihnimizde oluşan bu görüntülerin bireşimi bizi anlam öbeklerine götürecektir. Somut sözcükler söz konusu olduğunda ise, zihnimiz bu şemaları çok daha hızlı oluştururken, şiirin uzamı da kendiliğinden görünür hale gelmiş olacaktır. Buna karşın soyut sözcükler için işler biraz daha karmaşıktır. Böyle durumlarda uzamsal olma hali daha belirsizdir.
KINAR HANIMIN DENİZLERİ
Bir çakıl taşları gülümseyişi ağlarmış karafaki rakısıyla
şimdi dipsiz kuyulara su olan kınar hanım’dan
düz saçlarıyla ne yapsın şehzadebaşı tiyatrolarında şapkalarını
tüketemezmiş hiç
İşte kel hasan bu kel hasan karanlığı süpürürmüş
ters yakılmış güldürmemek için serkldoryan sigaralarıyla
işte masallara da girermiş bir polis o zamanlardan beri sürme
kirpiklerini aralayarak insanları çocukların
Ve içinde birikmiş ut çalan kadın elleri olurmuş hep
gibi bir üzünç sökün edermiş akşamları ağlarken kuyulara kınar
hanım’ın denizlerinden.
Ece AYHAN(Şiirimiz Mor Külhanidir Abiler, YKY 7. Baskı s. 25)
Uzamsal olmaya bir örnek oluşturması bakımından Ece Ayhan’ın yukarıda verilen şiirini inceleyelim. (Şiir tamamen rasgele seçilmiş ve incelenecek konu dışında başkaca bir amaç güdülmemiştir.)
“… ağlarmış karafaki rakısıyla…”, ve “… şehzadebaşı tiyatrolarında…” ile verilmiş olan tasvirlerin olduğu yerlere dikkatlice odaklandığımızda zihnimizin hemen belli bir mekânın görüntüsünün peşine düştüğüne tanık oluruz. Bu görüntü bir meyhane, ya da alkollü içki de içilebilen bir tiyatro olmalıdır. Ut çalan kadın elleri de bu fikrimizi desteklemektedir. Bir eğlence mekânı olan bir yerin görüntüsü ilk elden zihnimizde dolaşmaktadır. Ozan burada bu durumu belirgin bir biçimde değil daha pastel bir duyuşla resmetmiştir. Belki de içilen rakı bir ev yapımı rakıdır. Çünkü Karafaki rakısı olmasından bu yorumu da yapmak mümkündür. Fermente edilen meyvelerin suyundan elde edilen rakılar sürahilerde servis edilirdi ve bu sürahilerin büyüğüne karaf küçüğüne ise karafaki denirdi. Burada Kınar Hanım düz saçlı, çakıl taşlı gülüşü olan ve sürme kirpikli bir kadın olarak tarif edilmiş, hüzünlü ve güzel bir kadındır. Belki rakı içen bir kadındır ve ihtimaldir ki ut çalabilmektedir ve bu yönüyle daha da bir güzel kadındır izlenimi oluşturulmuştur. Polisin masallara bile girmesi ile ilgili kısımda da yine uzamsal açıdan bir kenti ve bir karakolu görüntü olarak zihnimizde ister istemez oluştururuz. Dolaylı olarak da bir baskı iklimini sezinleriz. Görüldüğü gibi seçilen sözcükler ne kadar somutsa zihnimizdeki görüntü de o kadar belirgindir. Ancak oluşan görüntü bizim kişisel yaşantımıza ait bir görüntüdür. Bu görüntünün ozanın oluşturmak istediğinden daha farklı bir görüntü olacağı hiç kuşku götürmez bir gerçekliktir.
Ayrıca burada şunu da belirtmekte fayda vardır: Burada adı geçen Kınar Hanım ve Kel Hasan gerçekten de yaşamış ve tiyatro tarihimizin ilk dönemlerinde yer almış tanınan tiyatroculardır. O halde ozanın verdiği tasvirin ille de gerçeği ile uyuşması beklenemez. Fakat buna rağmen bu şiiri uzamsal açıdan değerlendirirken, bu tarihsel bilgiden yoksun olsaydık bile benzer bir yorumlamada bulunmuş olurduk.
Sonuç olarak artık şunu söyleyebiliriz. Demek ki okur her sözcüğü kendi yaşantısındaki bir görünümle eşleştirecek ve anlatılmak istenen duyguyu çözümlemeye çalışacaktır. Burada ozanın birincil amacının, uzamı kurgulamak olmadığı bellidir. Fakat bazen nesneleri öyle dizayn edersiniz ki o kombinasyondan doğal bir anlamlılık hali belirdiğini fark edersiniz. Örneğin şöyle bir tasvir yapmış olsaydık;
Aynada bir öpücük
Geçilmiş içinden
Bir kapı
Yarı açık
Dökülmüş karanlıkta uzakta gök
Görüldüğü gibi sadece ayna, öpücük (ruj lekesi) kapı ve karanlıkta dökülen gök. Burada bu kadarcık sözcükle hem somut bir görüntü verilmiştir hem de somut bir görüntüden bir ayrılık hikayesine olanak sağlanmıştır. Böylece bu ayrılık teması uzamsal yani belli bir mekânda gelişen bir ayrılık halini almıştır. Ayrıca nesnelerin dizaynına biraz daha dikkatli bakıldığında sanki olayların yeni cereyan ettiği duygusu da verilmiş gibidir.
Şimdi de aynı dizeleri daha süslü ifade etmeye ve yeni oluşan uzamı araştırmaya çalışalım.
Kanamış aynada bir öpücük
Ve geçilmiş içinden usulca
Çünkü hayat
Hep bir kapı
Yarı açık
Dökülmüş yokluğunda
Karanlıkta uzakta gök
Üstteki tasvire “kanamış”, “ve”, “usulca”, “çünkü”, “hayat”, “hep”, “yokluğunda” sözcüklerini ekleyerek yeni bir uzam yaratmayı denemiş olalım. Daha doğrusu aynı uzamı görüntüleyen optiğe çeşitli filtreler takmış olalım. Okur bu noktada ozanın uyguladığı filtreyi asla göremeyecek ve de eleştiremeyecektir. Çünkü ozan istediği filtreyi seçmek ve kullanmakta özgürdür. Bu seçimdeki özgünlüğü onu belki de büyük bir şiirin ozanı bile yapmaya yetecektir. O halde örneğimize dönecek olursak; sözcüklerin bu yeni düzenlenişine göre (aslında nesnelerin yeni düzenlenişine göre de diyebiliriz buna) şiirin mekânında ilk tasvire göre belli ki daha sert bir kavga olmuştur… İyi günlerden kalma olduğu belli olan fakat gittikçe akan bir ruj lekesi aynada hala silinmemiştir (Acaba neden? Ve neden özellikle kanamak sözcüğü seçilmiştir?). Hayatın bir kapı metaforuyla çok anlamlılık ve çağrışıma açık bir biçimde ifade edilişi de dikkate değerdir… Yokluğunda göğün -bir ağlamayı; dolayısıyla da üzüntüyü kodlayan bir şekilde- dökülüyormuş gibi tasvir edilişi… Bütün bunlar diğer örneğe nazaran tasvir edilen ilişki için daha kırıcı ve daha keskin bir çelişkiyi ortaya koymaktadır. Umutsuzluk arka planda uzamı belirginleştiren bir duygu olarak daha görünür hale gelmiştir. Bir ayrılık ve bu ayrılık sonrasında gelişen gittikçe koyulaşan bir umutsuzluk hali ve hatta neredeyse bir pişmanlık tasviri yapılmıştır. Bütün bunlar loş bir evi ve yağmurlu- belki de hem yağmurlu hem rüzgârlı- bir geceyi gelip zihnimize yerleştirir gibidir. Bana kalırsa bu ev deniz kıyısındadır, dolayısıyla rüzgâr alan bir yerde konumlanmıştır ve bu ev sanki ahşap metruk bir yapıdır. Kapısı rüzgârdan açılmış olan loş bir yatak odasında tüller savrulup durmaktadır. Üstelik odanın ortasındaki dağınık yatakta, yattığı yerden hem kendine hem de konsolun aynasındaki akmış ruja bakan bunalımlı bir genç adam vardır. İşte ben kendi zihnimde beliren bu adamla özdeşlik kuruyor gibiyim. Halbuki şiirde buna uygun bir sözcük düzeni yoktu. Fakat aksini iddia edecek bir sözcük düzenin de olmadığı aşikardır. Benim böyle düşünmeme sebep olan şeyin benim yaşantım olduğunu hiçbir zaman unutmamamız gerekir. Bu görüntüler zihnin çağrışım yoluyla elde ettiği gerçek ya da kurgusal enstantanelerden oluşmuş olabilir. O halde beklenti o dur ki okuduğunuz şiir sizin zihninizdeki görüntüler aracılığıyla artık rejisinde tamamen sizin bulunduğunuz bir filme dönüşecektir. Bu yönüyle şiirdeki uzamı, şiiri doğru çözümlediğiniz oranda siz istediğiniz şekilde oluşturmuş olursunuz.
Sonuç olarak güçlü bir şiirde uzam, şiirdeki nesnelerin dizaynı olduğu kadar verilmek istenen duygunun da dizaynı anlamına gelmektedir.
Mantıksal Olma Ne Demektir?
Kanımca yazılı bir metnin şiir olma vasfını kazandığını iddia ediyorsak aynı zamanda o metnin mantıksal bir metin olduğunu da iddia etmiş oluyoruz. Elbette, burada bahsedilen mantıksal olma hali ne klasik ne de çoklu değer mantığının ilkelerinin birebir sanat eserlerine uyarlanması değildir. Bilindiği gibi Aristoteles’in ‘Organon’ u ile başlayan mantık maceramız bugün Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’una kadar birçok matematikçi ve filozof sayesinde haylice yol almış görünmektedir. Hatırlanacağı gibi G. Leibniz, felsefi sistemini büyük bir sorunun gölgesinde oluşturmuştur. Onun zihnini meşgul eden bu büyük sorun kabaca şudur: Acaba aynı konuda ileri sürülen birden fazla düşünceden hangisinin doğru olduğunu anlamamıza yarayacak genel bir matematiksel kural bulabilir miyiz? İlginçtir ki Leibniz, ileri sürülen her düşünceyi, bir tür asal sayı işlemi yapar gibi, o düşüncede geçen çeşitli kavramları bazı sayılarla eşleyerek indirgemeci bir yaklaşımla, o düşüncelerden hangisinin doğru ve hangisinin yanlış olduğunun tespit edilebileceğine inanmış fakat bu türden bir matematiksel formülü hiçbir zaman ileri sürememiştir. Leibniz’den çok sonraları D. Hilbert ise matematiksel yapının bütünlüğünü göstermeye çalışmıştır. Bunun için geometriyi bir dizi aksiyomla açıklamış ve cebirsel işlemlerle matematiksel kapalı yapıyı inşa etmek istemiştir. Yani Hilbert, bir bakıma Leibniz’in tüm dil için düşündüğü şeyi matematiksel yapılar için göstermek istemiştir. Gelgelelim bu düzeyde bir tutarlılık başka sonuçlara yol açmış oldu. Çünkü çağımızın önemli matematikçi filozoflarından K. Gödel, Hilbert’in göstermeye çalıştığı bu tutarlı yapının içinde aslında yapının tutarlılığından kaynaklanan en az bir tane tutarsızlığın bulunması gerektiği sonucuna ulaştı. Yani K. Gödel, Hilbert’in üstünde çalıştığı matematiksel kompaktlığın mümkün olamayacağının matematiksel ispatını vermiş oldu.
Görüldüğü gibi matematik, felsefe ve tüm bilimler için mantık (eseme/ akla uygunluk) ilk aranan özelliktir. Bu disiplinlerde ileri sürülen fikirler klasik ya da çoklu manada eğer mantıksal değilseler herhangi bir incelemenin konusu dahi olamazlar. Buna karşın sanatta ve şiirde mantıksal olma durumu biraz daha farklıdır. Sonuçta sanatta da tıpkı diğerleri gibi fikri bir durum/duruş söz konusudur. En fikirsiz olduğu söylenen eserlerin bile düşünsel bir çıkış noktası olmak zorundadır. Fikir ‘hiç’ ya da ‘saçma’ bile olsa bu böyledir.
Burada hemen şunu belirtmek gerekir ki ‘fikir’ denilen şey aslında; yaşantı yoluyla elde edilmiş çeşitli düşüncelerin özel bir kombinasyonundan başka bir şey değildir. Bir metinde bir fikrin ileri sürülmesi o anda o fikrin doğrulanabilir bir fikir ya da yanlışlanabilir bir fikir veyahut da belli bir değer aralığında bulanık olarak doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir bir fikir olmasını gündeme getirir. O halde sanatın diğer disiplinlerle ortaklaştığı yer fikirdir. Çünkü her sanat dalı diğer disiplinlerden ve diğer sanat türlerinden yararlanır. Bu yararlanma öncelikle fikri düzlemde başlar ama onunla da sınırlı değildir. Fikri düzeydeki bu ortaklaşma yüzünden sanat eseri, izleyici konumundaki insan zihni tarafından kendiliğinden mantıksal bir sınamayla, bir tür analiz etme, eleştirme, soyutlama ve anlamlandırma işlemleriyle karşılaşır ve burada oluşan yabancılaşmalar, özümsemeler estetik yargılarımızın temelini oluşturur.
Şiirde sözcüklerin daha önce hiç duyulmamış özgün kombinasyonları her şeyden önce yeni imgeler oluşturmamıza yardım eder. Bu sayede anlam dağarımızın genişlediğini gözleriz. Bu yeni anlamların etkisine giren zihnimiz artık yeni duyuşlara ulaşmış ve ardından da nihayetinde yeni tavır ve tutumlar geliştirmiş demektir. O halde şiir ozanın bize aktarmak istediği ve içeriği bilgi olmayan ama buna rağmen yine de mantıksal olabilen bir metindir. Çünkü buradaki mantıksal olma durumu her şiirde, şiirin bir ana fikrinin bulunmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca şiirde ana fikir tutarlılıkla savunulan fikirdir. İşte bu durum ozanın kurguladığı mantıksal düzenek sayesinde okuyucuya geçmektedir. Estetik haz ve etik etkilenmeler kanımca aşağı yukarı bu mekanizmayla oluşmaktadır. Şimdi de konuyu rastgele seçilmiş bir şiir örneği üzerinden inceleyelim.
Ataol Behramoğlu’nun şiirlerini her zaman severek okumuşumdur. Çağdaş şiirimizin önemli bir köşe taşıdır. Şiirleri çok özgün ve etkileyici şiirlerdir. Onun şiirleri ilk bakışta sanki çok kolayca yazılabilen şiirlermiş gibi görünse de gerçek asla böyle değildir. Tam tersi! Böylesine duru şiirler yazabilmek için dış dünyayı hala geçerliliği olan bir gerçeklik algısıyla kavramış olmak gerekir. Ataol Behramoğlu dili tam da bir mantıkçının yaklaşımıyla özenli bir kullanıcı olarak ele almış bir ozandır. Bu özelliği ona şiirde güzel olanın en başarılı örneklerini sunma fırsatı vermiştir. Sözü daha fazla uzatmadan inceleyeceğimiz şiire bir göz atalım:
BU AŞK BURADA BİTER
Buaşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
Solarken albümlerde çocuklar ve askerler
Yüzün bir kır çiçeği gibi usulca söner
Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir
Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler
Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
(Bir Gün Mutlaka, Cem yayınevi, 1989, 6. Baskı s.21)
“Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim” diye başlayan şiirin bir ayrılık şiiri olacağı daha ilk dizede verilmiştir. Aşkın bittiği söylenmiştir bir kere. O halde bundan sonraki dizeleri takip edecek her okuyucu akla uygunluk açsından şunları belirleyecektir: aşkı bitiren kişi şiirde özdeşlik kurduğumuz karakterdir (cinsiyeti henüz belirgin değildir) ve biz bu kişinin sesini duymaya, onun optiğine yerleşmeye, onun gözü olmaya hazırız. Bu yönüyle şiirde “Ve ben çekip giderim” diyen de aşkı bitiren de (yani etkin olan kişi de) biziz artık. Bundan sonraki aşamalarda buraya koyduğumuz tasviri dışlayan ve onunla çelişen yeni bir tasvir ile karşılaşmamayı beklemek zorundayız. Akla uygunluk kriterlerimiz (yani mantığımız) bunu böyle belirlemiş oluyor. Gerçekten de bundan sonraki dizelerde başlangıçta verilen tasvirin güçlenerek ilerlediğini gözlüyoruz.
Özdeşlik kurduğumuz kişi “Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver/ Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim/ ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider” diyerek bize şunları gösteriyor.
“Yüreğimde bir çocuk”; ozan bu ifade ile olumlu manada ‘toyluk’ sayılabilecek bir masumiyeti, dürüstçe sevebilmeyi bize hatırlatıyor. Fakat ozan aynı zamanda aynı ifade ile olumsuz manada da çocukça hatalar yapabilmeyi, örneğin kırıcı bir hırçınlığı diyalektik bir biçimde önümüze koyuyor. Yani kısaca ozan daha şiirin başında çok kolay görünen ve son derece işlevsel bir söyleyiş biçimi geliştiriyor.
“cebimde bir revolver”; bu ifade ise özdeşlik kurduğumuz kişinin tehlikeyi göze alabilen dürüst, serdengeçti biri olduğuna dair bir ipucuna dönüşüyor. Üstelik özdeşlik kurduğumuz karakterin cinsiyetini de belirginleştiriyor. Çünkü bu türden tutumlar erkeksi tutumlardır. O halde kullanılan dilin ve ifade edilen ruhsallığın eril bir tonda ilerleyeceğini beklemek akla uygun bir hal alacaktır.
“İyi günler sevgilim” sözü ise hem mesafe koyan hem de hala içten içe seven birinin seslenişine dönüşmüştür. Buna rağmen gitmek kaçınılmazdır. “ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider” ifadesiyle gidiş gerçekleşmiştir. Bir nehrin akıp gitmesi durdurulamaz olan bir şeydir. Nehirler taşıdıkları suyun hacmi nedeniyle coşkunluğu da çağrıştırırlar. Ama burada bir nehrin akıp gitmesi ayrılıktan doğan bir hüznün coşkunluğudur sanki.
Yine akla uygunluk açısından şu soruları da sormalıyız; giden kişi nereye gitmiş olmalıdır? Optiğinden baktığımız kişi şiirde gerçekleşmiş olan bu gidişi açıklayıcı bir görüntü bir izlek oluşturabilecek midir? Gitmekle iyi etmiş midir ve dahası haklı mıdır? Giden kişi gençliğinden bir görüntü verdiğine göre onun şiirdeki geleceğinde de konumlanmamıza izin verilecek midir? Burada unutmamamız gereken bir nokta da şudur: kalan kişiyi şiirde izleme olanağımız yoktur. O kişinin ne fiziksel durumu ne ruhsallığı belirgin değildir. Başlangıçta cinsiyetsiz gibi görünse de daha sonra onun bir kadın olduğuna dair kanıtlarımız oluşmuştur. (Ne kadar güzeldin sen! söyleyişi çoğunlukla bir erkeğin bir kadına yönelik ifadesidir. Çünkü bir kadın bir erkeğe aynı ifadeyi şöyle söylerdi; Ne kadar yakışıklıydın sen!) Oysa giden kişiyi takip edecek olursak ve soruları onun açısından sorarsak, daha doğru bir iş yapar ve şiirdeki kurgulanmış gerçeği çözmüş oluruz.
Revolver bir silah olduğuna göre giden kişinin çok büyük olasılık ile bir erkek olduğu varsayımını yapsak da burada cinsiyeti belirlemiş olmak akla uygunluk açısından artık önemsiz bir detaydır diyebiliriz. Çünkü şiirin bundan sonraki kısımlarında her şey zaten kendiliğinden açığa çıkıyor ve girişteki belirsizlikler ortadan kalkıyor. Anlıyoruz ki ozan, belleğinde hala sıcaklığını koruyan bir aşkı anlatıyor bize. Böyle biriyle özdeşlik kurmamızı istiyor. Geçmişte kalmış olan fakat hala saygı duyarak anımsadığımız aşkımız üzerine kafa yormamızı istiyor yeniden. Ve biz bu duygularla bir nehrin bir deniz kıyısına taşıdığı kuru bir dal gibi ölümün kıyısında kederlenerek beklerken buluyoruz kendimizi. Şiir bitiyor ve sadece çaresizliği hissetmek kalıyor elimizde. Çünkü ozan ‘hatıra’, ‘dalgın’, ‘uyuyan’, ‘şehir’, ‘solarken’, ‘çocuklar’, ‘albümler’, ‘geçerek bu dünyadan’, ‘bütün ölü şairler’; tüm bu sözcükleri kullanarak akla uygun ve birbirini tamamlayan (belki de çağıran) yeni sözcüklerle son derece açık, anlaşılır bir görüntünün anlamlı bir duygulanım yaratmasını istiyor.
Uyku ve unutkanlık derinleşiyor, yüzün bir kır çiçeği gibi sönüyor diyor ozan. Sonuçta ister istemez o güzel yazın bir gün zihnimizde de biteceğinin sinyallerini almış oluyoruz birden. Yani aslında aşk böyledir demeye getiriyor şiirdeki özdeşlik kurduğumuz kişi. Aşka dair hatıralarımızın ölünceye kadar bizi yöneteceğini söylemeye çalışıyor ozan belki de. Halbuki bu aşk burada biter demişti. Buna rağmen bu çelişkiyi yadırgayamıyoruz. Çünkü baştan o aşkı bitirme kararını alan kişi bir çocuk gibi huysuzlanan kişiydi. Ama şimdi yıllar sonra geçmişini ve sevgilisini düşünen bu kişi artık dönüşmüş olan ve tam da özdeşlik kurduğumuz kişidir. Bu nedenle onu saygıyla karşılayabiliyor ve yadırgamıyoruz.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur. İlk ve son dörtlükler birbirinin aynı olsa da çekip gitmelerin anlamı her iki dörtlük için de farklılaşmıştır. İlk dörtlükte sevgilisinin tüm güzelliğine rağmen muhtemelen devrimci bir kavgaya giden bir delikanlının gitmesini izliyoruz. Bu yorumu ikinci dörtlük sayesinde yapabiliyoruz. Üçüncü dörtlük ise ozan bize artık ölümü duyumsattığı için son dörtlükteki gidişin anlamı ilkinden farklılaşıyor. Son dörtlükte; cebinde revolver olduğu günlerdeki haline dört elle sarılmış bir kişinin gitmesini izler gibiyiz. Demek ki ozan başlangıçtaki kişinin hataları olsa bile onun dürüstlüğüne, gözü pek biri oluşuna, doğruyu söylemek ve savunmaktaki ısrarcılığına hala güvendiğinin kanıtı gibi tekrar aynı dizeleri yazarak ölüp gitmedeki hüznü de koyultmuş oluyor.
Biçem Nedir?
Bilindiği gibi her insanın genetik kodları birbirinden farklı kombinasyonlar içermektedir. Bu farklılıklar yaptığımız işlere de yansımaktadır. Çünkü yaptığımız işin üzerinde bize ait özellikler kendini somut olarak göstermektedir. Yapılan her iş onu yapanın bilincinin somut izleriyle doludur. Bizler eserdeki bu izlerin durumuna göre esere bir değer atfederiz. Biçem onu yapan kişinin eserdeki parmak izi gibidir. Eser yalnızca o kişiyi işaret ediyor olmalıdır. Daha kolay anlaşılması için şöyle bir analoji yapalım: herkes yolda yürür ama adım atarken adımları atış biçimlerimizin birbirinden farklı olduğunu biliriz. Bu örnekte olduğu gibi bırakalım aynı işi yapan iki insanın birbirinden farklı oluşunu, aynı işi yapan aynı insanın üretiminde bile birebir özdeş sayılabilecek sonuçlar elde etmek mümkün değildir. Birbirinin tıpa tıp aynı olan ürünleri ancak araç gereçler ve makinalar sayesinde üretebilmekteyiz. Örneğin adımlarımız arasındaki uzunluk sabit değildir. Bir kişinin yazı yazarken elini kaldırıp indirmesinden doğan boşluklar birbirinden farklıdır. Bu yüzden kriminal yazı incelemeleri gibi, sahte imza incelemeleri gibi çeşitli çalışmalar gerçekte biçemi anlamaya çalışan incelemelerdir diyebiliriz.
O halde aynı konuyu işleyen sanatçılar için de durum tam olarak böyledir. Biçem, eseri yapan kişinin, eseri üretirken kullandığı yol yöntemlerden ortaya çıkan usul demektir. Kullanılan yol yöntemler o kişinin bilinç koşullarının etkisi altında olduğundan yapılan iş de o kişinin alameti farikasına dönüşmüş olur. Yani biz Van Gogh’un görme bozukluğunu, onun dünyayı algılama biçimi üzerindeki etkisi şeklinde görüyor ve bu durumu onun tablolarında eşsiz biçeminin bir özelliği olarak kabul ediyoruz. Bu durum şiir için de böyledir. Kimi ozanların yaşam öyküleri hakkında herhangi bir bilgimiz olmaksızın onların şiirlerini okumuş olduğumuzu düşünelim. Bu durumda bile eseri birçok açıdan değerlendirmek olanağını bulabiliriz. Sadece sözcükleri inceleyerek ozanın aşağı yukarı hangi dönemde yaşadığını, hangi topluma ait olduğunu, hangi sınıfsal konumda bulunduğunu ve daha birçok şeyi neredeyse doğruya yakın bir biçimde tespit etmek mümkündür. Kanımca bir ozanın biçeminden bahsetmek için ozanın farklı dönemlerine ait ve farklı temalardan en az üç eserini incelemek gerekir. İncelenen eser sayısı arttıkça biçem de daha belirginleşecektir. Günümüzde bu türden incelemeler yapay zekâ çalışmalarıyla da desteklenerek geliştirilmiştir.
Bir eserin başka bir eserden taklit edilerek mi yorumlandığı, yoksa başka bir esere yer yer öykünen bir eser mi olduğu veyahut da eser tamamen özgün olmakla birlikte esinti diyebileceğimiz bir düzeyde etkilenmeler mi olduğunun belirlenebilmesi son derece önemlidir. Eserin ve eseri üretenin hakkının doğru teslim edilmiş olması bu açıdan çok çok önemli bir sorundur. Örneğin halk şiirimizde birden fazla sayıda Yunus’un ve Karacaoğlan’ın varlığını biliyoruz. Bu büyük ozanlarımızın mahlasını kullanan ve en az onlar kadar ustaca şiirler yazabilen bu başka şahsiyetlerin şiirde yarattığı kaos, uzun süre etkili olmuştur. Halkın bu büyük ozanları bağrına basmış olması taklitlerinin de günümüze kadar ulaşmasına fayda etmiştir. Ne var ki artık hangisi gerçek hangisi taklit yüzde yüze yakın bir oranda bilinebilmektedir. İşte bu noktada da taklit olan eserlerin doğal olarak değerini yitirdiğini, unutulmaya bırakıldığını, artık kitaplara alınmadığını ya da alınmış olsalar bile taklitler kısmında yer alacaklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hece şiirinin birçok formunda şiirin kurallarının belirgin oluşu yüzünden o şiirin hangi ozana ait bir şiir olduğunun tespiti eskiden karmaşık ve zorlu bir sürece tekabül ediyordu. Çünkü bu kurallara harfiyen uyan yeni bir taklitçi benzer bir şiiri oluşturabiliyordu. Bu nedenle şiirde biçem incelemesi birçok açıdan başka incelemelere de muhtaç olmuştur. Bu durum belki de kurallı şiirin önemli sorunlarından biriydi. Fakat günümüzde böyle bir sorundan bahsetmek artık mümkün değildir. Belki yakın gelecekte yapay zekaların tıpkı geçmişte olduğu gibi tanınmış bir ozanın adını kullanarak sahte şiirler ürettiğine bile tanık olacağız. Kim bilir?
Günümüzde artık neredeyse herkesin en az bir sosyal medyaya üyeliğinin olduğu bilinen bir vakıadır. Ülkemiz ölçeğinde konuşmak gerekirse birçok sosyal medya kullanıcısının her gün birbirine ya bir Can Yücel şiiri ya da bir Sabahattin Ali şiiri gönderip ‘beğeniler’ devşirmeye ‘takipçi kasmaya’ (ne demekse bu iğrenç tamlama) çalıştığını da çoğu zaman görmüşüzdür. Maalesef içeriğin doğru olup olmadığı hakkında en ufak bir araştırma yapılmadan gönderilen iletiler gerçeği karartmakla kalmadığı gibi toplumun sanat zevkini de körelten bir unsura dönüşmektedir. Toplumsal mücadelede bedel ödemiş, toplumun sevgisini kazanmış bu ozanlarımızın, gerçek şiirlerinin yanına sokuşturulan sahte içerikler ile hedeflenen şeyin, aslında manipüle edilmiş olan toplumun, yeni normlarının, yeni kodlarının bir vakıa olarak oluşur hale gelmesidir. Çünkü bu sayede algılar yönetiliyor, daha fazla reklam gelirleri elde ediliyor, ticari kazançlarla birlikte sevgililer yenileniyor ama bütün bu oportünistlikten geriye kocaman bir yozlaşma kültü kalıyor. Adına çarpık gerçeklik diyebileceğimiz bir gerçeklik tezahür ediyor. Kocaman bir “Beni bir tek sen anladın, sen de yanlış anladın!” durumu oluşuyor. Öyle içerikler hazırlanıyor ki sıradan okur, suyu yavaş yavaş ısınan kurbağa misali piştiğini asla anlayamıyor. İşte bu yönüyle biçem, yani söyleyiş özelliklerinin bilinirliği olarak, hakkı olması gerektiği yere teslim eden bir unsur şeklinde eserde varlığını aradığımız bir özelliğe dönüşüyor. Çünkü biçem ozanın/ sanatçının eserdeki kişisel kodlarıdır. En kaba şekliyle yiğidin yoğurt yiyişidir.
Özgünlük Nedir?
Özgünlük, özgün sözcüğünden türetilmiş bir kavramdır. Daha çok sanat bağlamında kullanılan bir kavramdır. Özgün eser ise belli bir konuda o eseri oluşturan ve esere anlamlı bir bütünlük katan tüm parçaların uyarlı birlikteliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Özgün eser kendisinden önce o ana kadar hiç denenmemiş bir yol/yöntemle ve daha önce hiç denenmemiş bir üslupla oluşturulmuş olan bir eserdir. Özgün eser çığır açan eserdir. Çünkü özgün bir sanat eseri genellikle geçtiği yolun ilk yolcusu olma özelliğine sahiptir. İşte bu tarz eserlerde özgün olmak kriteri eserin bizi neden cezbettiğinin cevabını da bize vermektedir diyebiliriz. Özgün bir eser biricik (tek nüsha) olduğu için taklit değildir, üstelik de bu yönüyle son derece değerlidir.
Sanatta özgünlük kriteri sanat eserinin gerçek değerinin belirlenmesinde daima en önemli unsurlardan biri olagelmiştir. Sanat için geçerli olan bu kuralları ve kriterleri şiire de uyarlamak mümkün olacaktır.
Marcel Duchamp sanatta geleneksel düşünüşe karşı isyan bayrağı açtığında kavramsal sorgulamaların başlamasına neden olmuştu. Yan yatırdığı pisuar örneğinde olduğu gibi sanatın ne olduğuna dair yapılan tartışmalar da son derece verimli bir düşünce ortamının gelişmesine neden oldu. Bu tartışmalar pek çok poetik yönelimin gelişimiyle sonuçlandı. Bu bağlamda şiirde özgün olmak sorunsalı Dadaizm’e kadar uzanan bir yeni şiir anlayışının da sorunsalı olmuştur. Ayağı yere sağlam basan ve bir poetikası bulunan tüm ozanlar, özgün şiirlerin pek çok güzel örneklerini de sunabilmişlerdir. Demek ki özgün şiirin aynı zamanda yerleşik etik ve estetik değerlerle de bir sorunu vardır, olmalıdır demek zorundayız. Özgün şiir, şiirde kullanılan geleneksel yol ve yöntemlerle, eğretilemeler, simgeler, ritim ve daha birçok içerik ve biçimsel yaklaşım ile mücadele halinde olan bir şiirdir. Bu yönüyle özgünlük şiirde daima yeni tartışmalar yaratma potansiyeline sahip olmuştur. Yukarıda Ece Ayhan’dan seçilen şiir böyle bir şiirdir ve o şiirdeki özgün söyleyiş daha şiire girer girmez kendini hissettirmektedir. Çünkü ozan bizi alıştığımız sentaks, fonetik ve ritmin dışında bir kombinasyonla tanıştırmaktadır. Şiiri okurken ister istemez daha yavaş ve daha dikkatli bir okuyuş aramaya koyuluyoruz. Şiirde anlatılmak isteneni hayal ederek yeniden kurgulamaya ve üzerinde yeniden düşünmeye itiliyoruz.
Haydi şimdi gelin birlikte Selahattin HİLÂV’ın çevirisiyle Andre BRETON’dan aldığım bir şiiri özgünlük kriteri açısından inceleyelim. Burada akılda tutmamız gereken şey şudur: şiiri incelerken şiirin nihayetinde bir çeviri şiir olduğunu hiç unutmamalıyız. Çünkü çevirmen de en az ozan kadar o şiiri başka dilde yazan kişi sayılmaktadır. O halde övgüde de yergide de onun da bir miktar sorumluluğu olmalıdır derim. Şimdi gelin birlikte şiiri inceleyelim.
ÖZGÜR BİRLİK
Orman ateşi saçlı karım
Isı şimşeği düşünceli
Kaplan ağzında susamuru bel’li karım
En iri yıldızlar demeti ağızlı kokart ağızlı karım
Ak toprak üzerinde ak sıçan izi dişli karım
Amber dilli perdahlanmış cam dilli
Kesilmiş kurban dilli karım
Gözlerini açıp kapayan bebek dilli
İnanılmaz taş dilli karım
Çocuk elyazısı elifi kirpikli karım
Kırlangıç yuvası kenarı kaşlı
Kışbahçesi tavanı şakaklı arduvaz şakaklı karım
Cambuğusu şakaklı
Şampanya omuzlu karım
Buz altında kalmış yunus başlı çeşme omuzlu karım
Kibrit bilekli
Rastlantı parmaklı kupa beyi parmaklı karım
Kesilmiş saman parmaklı
Zerdeva koltukaltlı karım
Saint-Jean gecesi ve kurtbağrı koltukaltlı karım
Deniz köpüğü ve bölme kollu karım
Değirmen ve buğday karışımı kollu
Füze bacaklı karım
Umutsuzluk ve saat makinesi devinimli karım
Mürver ağacı iliği baldırlı
Baş harf ayaklı karım
Anahtar demeti ayaklı su içen gemi işçisi ayaklı karım
İncili arpa boyunlu karım
Val d’Or boğazı boyunlu
Sel yatağının ta içinde sözleşmek boyunlu karım
Gece göğüslü
Yakut potası göğüslü karım
Çiğ altında gül görüntüsü göğüslü
Günlerin açılan yelpazesi karınlı karım
Dev pençe karınlı
Dikey uçan kuş sırtlı karım
Cıva sırtlı
Işık sırtlı karım
Yuvarlanmış dövülmüş taş ve ıslanmış tebeşir enseli
Ve biraz önce içilen bir bardağın düşüşü enseli karım
Tekne kalçalı
Avize ve ok tüyü kalçalı karım
Ak tavuskuşu tüyü sapı kalçalı
Duyulmaz dengeli
Kumtaşı ve amyant kabaetli karım
Kuğu sırtı kabaetli
Bahar kabaetli karım
Glayöl kasıklı
Altın damarı ve ornitorenk kasıklı karım
Yıllanmış bonbon ve yosun kasıklı karım
Ayna kasıklı
Islak gözlü karım
Menekşe zırh takımı ve mıknatıslı iğne gözlü karım
Uçsuz bucaksız çayır gözlü
Hapishanede içilecek su gözlü
Hep balta altında kalan odun gözlü
Su düzeyi gözlü hava toprak ve ateş düzeyi gözlü karım
Çeviri: Selahattin HİLÂV
‘Orman ateşi saçlı karım’. Şiir daha ilk dizeden gönlümü fethetti diyebilirim. Bir kadının kızıl saçlarının orman ateşi gibi ifade edilmesi; ozanın böyle bir sözcük kombinasyonu seçmiş olması, zihnimizde bir resmin oluşmasına neden olmuştur. Oluşan izlekle birlikte (çevirmenin de ustalığıyla) hiç alışık olmadığımız hatta neredeyse yadırgadığımız bir ses düzenini işitsel belleğimizin envanterine girmiş olduk. Böylelikle ozan hem bir ormanı hem ormanda yanan bir ateşi ve hem de karısının ateş rengi diyebileceğimiz uçuk kızıl saçlarını aynı dizenin birer elemanı olacak şekilde şaşırtıcı bir yöntemle zihnimizde canlı bir görüntüye dönüştürmüş oldu. Üstelik de söylediği her şeyi belli bir uzam içinde söyledi. Burada hemen belirtmeliyiz ki şiirde diğer tüm dizeler de aynı yöntemle sürüp gitmektedir.
Peki ozan bize gerçekte ne anlatmaktadır? Bu soruya verilecek yanıt “ozan bize karısını tasvir etmektedir” şeklinde olamaz. Çünkü ozan aslında karısını tasvir ederken gerçekte büyük bir yeryüzünü anlatmaktadır. O yeryüzü öyledir ki çeşitli olay ve olgulardan nesnelerden ve durumlardan oluşmaktadır. Üstelik bu olay olgu nesne ve durumlar sanki ozanın karısının bir uzvuna tekabül eder gibidir. Sanki göreli bir tasvir ediş durumu da vardır. Kim bilir ozan için belki de yaşam denilen şey aslında karısının çeşitli uzuvlarına denk düşen bir oluşlar silsilesidir. Ya da tersten bir yorumla söylersek karısı ozanın yaşamına sirayet etmiş gibidir ve o her neye bakmış olursa olsun karısına ait bir şey görmektedir. Ozan karısını çözdükçe yaşamı da çözmüş gibidir. Her iki yorumlamada da özgünlük kendini hissettirmektedir. Çünkü söylenen de söyleyiş de yepyenidir. İster istemez ilginç tuhaf ama asla kötü olmadığını düşündüğümüz hatta tekrar tekrar okundukça ne kadar güzel olduğuna karar verdiğimiz bir tasvirler bütünüyle karşı karşıyayız. İşte şiirin özgünlüğü tüm bu ana yapıların uyarlılığıyla oluşturulmuş olmasından gelmektedir.
Özgünlük gelişigüzel elde edilebilecek bir özellik değildir. O, olsa olsa iyi düşünülmüş bir kurgunun doğal sonucudur diyebiliriz.
Dilsel Yapı Nedir?
Şiirde dilsel yapı sorunsalı bir şiirin bilinirliği için çok önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Dilsel yapı bir şiir için moda tabiriyle o şiirin reytingini artıran bir özelliktir. Şiirin dili mutlaka çağının dili olmalıdır. Söyleyişteki yalınlık, anlaşılırlık ve içerikteki yerelden evrensele doğru genişleyen yapı tüm bunlar o şiire bulunduğu çağın ötesine ulaşma olasılığını kazandırır diyebiliriz. Örneğin Yunus Emre şiirlerinin, Pir Sultan Abdal şiirlerinin hala halkın belleğinde bu denli taze olmalarının nedenleri neler olabilir, sorusu sorulduğunda pek çoğumuz bu soruya bir metin olarak dilsel yapıyı işaret ederiz. Çünkü o şiirlerin dilsel metin açısından halkın kullandığı arı duru dili kullandıklarını hepimiz çok iyi biliriz. Onların bu sayede anlaşılır bir yapı kurduklarını tespit etmemiz gerekmektedir. Peki, bu büyük ozanlar ne anlatmışlar sorusunu sorduğumuzda da hemen şu yanıtı alacağımızı biliriz. Onlar yaşadıkları dönemin yerel sorunlarından hareket ederek evrensel değerleri referans gösteren bir yaklaşım içinde olmuşlardır. Yeri geldiğinde dünya nimetlerinden el çekmesini bilmişlerdir ve yeri geldiğinde de her türlü zalimliğe gaddarlığa yaşamları pahasına karşı durabilmişlerdir deriz. Bu yönüyle onların şiirlerinin gücü şairanelikten değil gerçek anlamda kendilerinin ve halkın pratiğinden gelmiş olan bir ussallıkla açıklanabilir. Onlar inandıklarını ve yaşadıklarını yazmışlardır. Yani gerçeğin gücünü kullanmışlardır. Popülistçe davranmamışlardır. Gelip geçici olana değil kalıcı olana yönelmişlerdir. Bunu yaparken halkın dilini kullanmışlar, halkın söyleyiş gücünden folklorundan yararlanmışlardır. Buna karşın büyük bir ozan olan Fuzuli’nin halkın belleğinde aslında olması gerekenden çok daha az yer tuttuğunu da yine bu sebebe bağlamamız gerekmektedir. Çünkü Fuzuli’nin o güzel şiirleri halkın kullandığı günlük dilden uzak ve sadece entelijansiyanın anladığı ve keyif aldığı ve çoğunlukla da salt ussal bir şiir türüne işaret etmektedir. Kuşkusuz bu tercih ozanın tercihidir. Aslında her ozan kendi okuyucu kitlesini şiirlerindeki dilsel yapı sayesinde kendisi belirlemektedir. Çünkü her ozan ait olduğu sınıfın her şeyden önce bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik bilişsel seviyesi yüksek olan bu ürün, içinde yaşamakta olduğu o toplumun diğer bireylerini de etkileme kapasitesine sahiptir. Yani bir ozan için okurlarının profili, hangi sınıf ve toplumsal tabakaya ait olup olmadıkları gibi kimi yaklaşımlar aslında onun kurduğu dilsel yapının sosyolojik karşılığı anlamına gelmektedir.
Burada benim kişisel görüşüm de şudur. Şiirin tek bir amacı vardır o da okunmak ve anlaşılmaktır! (Burada anlaşılmak geniş çerçevede ele alınmalıdır. Okuduğunu anlamayı aşan bir anlaşılmaktan bahsediyorum.) Bir şiirin sözcük düzeni, çağının henüz yozlaşmamış olan dilinin özelliklerini taşıyacak şekilde olmalıdır. Kanımca bir şiirin okuyucusuyla aynı düzlemde olup olmadığını bu tercihler belirleyecektir. Yani okuyucu ile aynı düzlemde olmak dilsel yapı açısından son derece önemlidir. Bana göre bir ozan şiirinde kaba söyleyişlerden argodan olabildiğince uzak durmalıdır. Oysa birçok ozan ise halka daha iyi yaklaşabilmek adına gerek sınıf mücadelesi açısından gerek ideolojik açıdan benim bu fikrime karşı çıkacaktır. Onlar sanatta ‘Ayna Olmak’ için, yani halkın duygularını bire bir yansıtmak için, böyle bir yolu tercih ettiklerini pekâlâ söyleyebilirler. Ben bütün bunları kabul etmekle birlikte bu yol benim şiirlerim açısından tercih edeceğim bir yol değildir demek isterim. Çağını aşan sanat eserleri genellikle dilsel yapı açısından bahsettiğim bu kurala uygundur. Dilsel yapıda erotizm hoş görülse de pornografinin yeri olmamalıdır. Çağını aşan eserlerde genellikle bu özellik pek belirgindir. Pornografi bir şiddet türü olarak da şiirden uzak tutulmalı ve şiddetin yeniden üretimine sokulmamalıdır derim. Gelgelelim sanatta ayıp diye bir kavramın olmadığını da hepimiz biliriz. Bu genel kanaate karşın yine de hepimiz sanatı son tahlilde güzellikten yana bir arayış olarak görmek eğilimindeyizdir. Sanatın ve şiirin bu bağlamda bayağılık ile arasına kalınca bir çizgi koyduğunu varsayarız.
O halde bir şiirin dili, felsefi bir dil ile günlük konuşma dili arasında bir yerde olmak zorundadır. Felsefi kavramlar ya da bir bilim diline ait olan terimler ancak ve ancak özel bir amaç için ve mutlaka bir zorunluluktan dolayı bir şiirin içinde yer almış olabilirler. Çünkü şiirde özel kavramların sayısı arttıkça artık o şiiri okumak ve anlamak güçleşecektir. Öte yandan yeri gelmişken hemen şu önemli soruyu burada sormak isterim: Acaba bir ozan bir şiirde günlük konuşma diline yakın sözcükler kullanarak şiir dili açısından sağlam bir dilsel metin oluşturabilir mi? Bu soru önemli bir soru olarak hala eskisi kadar yakıcı bir biçimde karşımızda durmaktadır. Hemen belirtelim ki günlük söyleyiş özellikleriyle nesre yaklaşmış olan şiirler, dilsel özellikleri nedeniyle edebiyat çevreleri tarafından her zaman için hor görülmüş şiirlerdir. Evet, günlük söyleyiş özelliği o şiirlere popülerlik kazandırmış olabilir, hatta o şiirler şairlerinin ünlenmesini bile sağlamış olabilirler. Ama buna karşın bu şiirler, okuyucuyu derinleştiremedikleri gerekçesiyle edebiyat çevrelerinde en çok eleştirilen şiirlerdir. Eleştirmenler bu tarz şiirlerde, genellikle şiirde ussal olanın popülizme kurban edildiğini teşhis etmekte ve haklı olarak buna karşı çıkmaktadırlar. Bu durumu, şiirden fikrin sürülmesi, sürgüne gönderilmiş olması ile açıklamaya çalışırlar. Bu nedenle de şiirde ussal olanın popülizme kurban edilmemesi gerektiğine özellikle vurgu yapılır. Çünkü şiir yüksek duyarlıkların alanıdır. Her ozan her şiirinde bunu hedeflemek zorundadır. Nitekim Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirleri bu açıdan çok eleştirilen şiirlerdir. Çünkü onun şiirlerinin çoğunda herhangi bir yüksek duyarlık amaçlanmamıştır. O şiirler okuyucusunu düşün ve hayalin alanına sokmayacak kadar apaçık ve anlaşılır şiirlerdir. Bu ise okuyucuyu alt tabakadan seçmiş olmak anlamına gelmektedir. Ya da okuyucusunu daha alt seviyeye davet eden bir şiirle karşı karşıyayız denilebilir. Oysa entelektüel faaliyet alanında yer almayan bir şiire şiir denebilir mi? Elbette şiirdir onlar. Ama bu yönüyle de o şiirlere daha yolun başındayken büyük bir şiir olma özelliğini ne yazık ki kaybetmiş olan şiirler gözüyle bakacağımız da kesindir. Sanat zevki neredeyse yok denecek kadar düşük olan bir kitleye aynı düşük zevkin şiirini sunmak elbette onları geliştirmeyecektir. Kolaycılığa düşüldüğü için karşılıklı bir biçimde birbirini geliştirmeyen kısır bir sanat ortamı oluşmuş olacaktır.
Oysa bu duruma uymayan pek çok ozandan da bahsetmek mümkündür. Edip Cansever başta olmak üzere bazı ozanlar yazdıkları şiirlerde hem günlük konuşma dilinin kıvraklığını kullanabilmişler hem de felsefi sayılabilecek bir ussallığa ulaşabilmişlerdir. Örneğin Edip Cansever’in ‘Mendilimde Kan Sesleri’ şiiri bu türden bir şiirdir. Dolaylı ve geride duran ama toplumsalcı denebilecek bir söyleyişi vardır o şiirin. Şiir hem günlük söyleyiş rahatlığı bakımından hem lirizmin güzel bir örneği olması bakımından ve hem de eleştirdiği ve düşlediği dünya fikri açısından yani ussal olması bakımından bir başyapıttır. Edip Cansever günümüz şiirinde mısraın öldüğünü ve işlevini yitirdiğini ileri süren bir ozan olarak karşımıza çıkmaktadır. Mısraı bercestelerden değil de şiirin bütününden bahsedilmesi gerektiğini düşünür. Ona göre günümüz şiirleri artık daha da bir ussaldır ve bir yazın türü olarak şiir artık düz yazıya eskisinden daha yakındır. Şiir ussal coşkunluktan başka bir şey değildir. Yani düşünülmüş çalışılmış bir coşkunluktur. Kendince poetik bir duruşu vardır Cansever’in. Okuyucu onu anlamaya çalışmadıkça şiirinin güzelliğinden de mahrum kalacaktır.
Gelin şimdi de bir ozanının sözcükleri nasıl seçmesi gerektiğine birlikte bir göz atalım.
Dilsel yapı açısından uzun süre önce dolaşımdan kalkmış sözcükler şiirde kullanılmalı mıdır, sorusunu soralım kendimize. Kanımca yerine cuk oturan söyleyişlere hiç kimsenin itiraz edemeyeceği aşikardır. Eğer bir ozan şiirlerinde unutulmaya yüz tutmuş söyleyişler, deyimler ve ata sözlerine yer veriyorsa, şiirlerini böyle yazmayı tercih ediyorsa, aslında o ozan, içine doğmuş olduğu o dilin canlı kalmasına da çok büyük bir katkı sunmuş oluyor demektir. Çünkü her bir sözcük binlerce yılın praksisinin bir ürünüdür. Bütün o sözcükleri endemik bir bitki gibi veya soyu tükenmekte olan bir canlı gibi korumaya almış olmak her ozanın tarihsel sorumlulukları arasındadır. Ancak daha önce de belirttiğim gibi bir şiirde öncelik daima “anlaşılmak” ile başlamaktadır. Gereksiz kullanımlar şiiri yaralayacaktır. Bunun dışında eğer bir ozan başka uluslara ait deyimleri, söz öbeklerini ya da bazı kavramları kullanma ihtiyacı duyuyorsa mutlaka bize bir şeyi işaret ettiğini varsaymalıyız ve dikkatimizi o yöne çevirmeliyiz. Bu doğrultuda ozanın amacına ulaşıp ulaşamadığına da özellikle bakmalıyız.
Ülkemizde olduğu gibi çeşitli etnik yapıların iç içe yaşamaları yüzünden hangi sözcüğün hangi ulusa ait olduğunun tespitini bir ozan yapamayabilir. Nihayetinde bu iş etimologların dilbilimcilerin işidir. Diyelim ki bir sözcüğün kullanılışı o kadar yaygınlaşmıştır ki o ülkede hangi etnik yapıdan bir kişiye o sözcüğü sorarsanız sorun herkes size sözcüğün anlamını doğru bir biçimde açıklayacaktır. Burada bir sorun yok. Ama bir de şöyle durumlar var. Kişi kendi etnik dilinde yazmıyor/yazamıyor/yazmasına da izin verilmiyor olabilir. Bunun etnik/dinsel çatışmadan kaynaklanan sebepleri de olabilir. Böylesi durumlarda egemen ulusun dilinde şiirler yazan ama kullandığı sözcüklerin arasına da ezilen ulusun diline ait birkaç sözcük serpiştirmeyi marifet sayan ve gerçekte metnin dilsel yapısını yaralayan ozanlarımız da bulunmaktadır. Oysa bir ozan için gerçek yurt anadilidir. Eğer ben anadilimde yazamıyorsam susmalıyım. Eğer ana dilimde yazmama engel oluyorlarsa o zaman da anadilimde yazabilmenin büyük ve onurlu kavgasına girişmeliyim. Çünkü benden başka hiç kimse bu kavgayı doğru yürütemeyecektir. Bilindiği gibi halkın türkülerini yapanlar yasalarını yapanlardan daha güçlüdür. Yasa yapanlar unutulur türküleri yapanlar unutulmaz. Eğer baskı altında tutulan benim dilim değilse o zaman da tarihsel sorumluluğum gereği ezilenin yanında durmalı ve onun kendini kendi anadilinde ifade edebilmesine yardımcı olmalıyım. Bunu nasıl yaparım peki? Bunu en başta şiirlerimdeki dili etnik şiddeti körüklemeyen, yeniden üretmeyen ve hatta egemen ideolojiyi doğrudan eleştiri konusu haline getiren bir dilsel yapıyla yapabilirim. Burada elbette estetik kaygılardan da asla milim taviz verilmemesi esas olacaktır. Zalim biri hakkında şiirinde geberdi diyemeyen bir ozanın dilsel metin açısından sağlam bir yapı kuramayacağı gayet açıktır. O halde bir ozan seçtiği her sözcük üzerinde şöyle düşünmelidir: Neden o sözcük değil de bu sözcük buraya gelmelidir? Bir ozan bu sorgulamayı daima yapmak zorundadır. Çünkü seçtiği sözcükler kadar seç(e)mediği sözcüklerden de sorumlu tutulacağını hesaba katmalıdır.
Fikri Tutarlılık Nedir?
Şiirde fikri tutarlılık belki de şiirsel kurgunun yapısına bağlıdır ve karmaşık kurgunun içinde takip edilmesi gereken bir unsur olarak belirir. Eğer şiir seçilen tema bakımından karmaşık bir kurgu içermiyorsa ana fikri takip etmek çok zor olmayacaktır. Onun tutarlılığını incelemek de kolay olacaktır. Bunu bir örnek ile açıklayalım. Afşar Timuçin’in Akşam Türküleri kitabındaki Akşam Serüvenleri şiirini birlikte incelemek için önce okuyalım.
AKŞAM SERÜVENLERİ
Bir seferden döneriz seninle bazı akşamlar
Gün bulutları açık mora boyadıktan az sonra
Bile bile karanlığın bizi kalın örtülerle örteceğini
Son ışıklara dalarız koşa koşa gene de
Sürgününüm izini sürerim her yerde seve seve
Alacakaranlıkta hem özlemlin hem öksüzün olmak için
Kapanmaya hazırımdır kat kat kendi üstüme
Yağmurdan güneşten poyrazdan uzun yollardan
Biz şimdi gurbetimize çıkıyoruz vakit tamam
Çanlarla türkülerle davullarla ayrılmak uzak bize
Yüzüme vuran sıcaklığınla çocuk dudaklarınla
Sen giderken ellerimde ellerinden ayrılmanın öfkesi
Varlığında yeniden kurulur eksiksiz bir sıla
Seni her düşünmemde benzersiz bir yurt özlemi
Bana düşen gelişini aralıksız beklemek
Beklerken bakışında eriyip gitmek yavaşça
Beklerken sonsuz bir ormanı yürümek saçlarında
Benim tutkum ölümüm serüvenim bu işte
Ozanın şiirini rastgele seçtiğimi belirtmeliyim hemen. Seçilen bu şiir fikri tutarlılık açısından kolay takip edilebilen bir şiirdir. Dilsel metin bakımından da akıcı, lirik, ussal ve karmaşık olmayan bir kurguyla oluşturulmuş bir şiirdir. Burada ayrılık/özlem öne çıkan duygulardır. Ozan özlem duygusunu bir doğa tasviri içinde belirginleştirerek bize duyurmuştur. Bunu yaparken de akşam ile ayrılık arasında ve de gündüz ile birliktelik arasında bir ilişki kurmuştur. Gurbet ve bekleyiş ve kavuşma bizim takip etmemiz gereken izleklere dönüşmüştür. O halde ozan ayrılmanın doğal sonucu olarak ya ıstıraplı ya da umutlu bir bekleyişten söz açmalıdır artık. Akşamın oluşu nasıl engellenemez bir olguysa, bir gün bir ayrılığın gerçekleşmiş olması da öyledir şiirde. Nitekim Afşar Timuçin de şiirinde böyle yapıyor ve umutlu bir özlemi tasvir ediyor. Ayrılık gerçekleşmiş ve özlem başlamıştır. Ozan sevgilisini umutla bekleyişini sanki yurt özlemi çeken birinin özlemine benzeterek yüceltmiştir. Sevgilisinin bakışında eriyip gitmek, saçlarında bir ormanı yürümek gibi ifadeler duygusal ifadelerdir. Ozan bu betiklerle doğal olarak sevgilisinin üstün yönlerini ve kendini ona adamış olmanın haklılığını hepimize duyurmuş oluyor. Ve son dizeyle de onun karşısında adeta hiçleşiyor. Çünkü tüm tutkusu ve ölümü (aslında yaşamı) bu sevmek serüveniyle geçip gitmiş gibidir. Ozan burada anladığımız türden bir serüven duygusunu ortaya koymak yerine yaşamın sevmek ve beklemekten oluştuğunu dile getiren bir yaklaşımı bize duyuruyor. Ona göre adına yaşam denen şey bir film gibi izlenmesi mümkün olan bir serüvendir sanki. Sonuç olarak şiir anlatılanlar açısından fikri tutarlılığı bozmadan devam etmektedir.
Şimdi de aynı konuyu daha karmaşık bir kurguya sahip olan başka bir şiir ile irdeleyelim.
AKLA KARŞI TEZLER
1.
Gecenin üçüdür en uygun zaman, bahse girerim
düşünün: sabah çok yakın
oysa ışıltı yok ortalıkta
nerdeyse gece bitmiş ama sürmekte karanlık
henüz uyanmış bazıları
henüz uyumamış bazıları
bazıları uyanmış uykusuna doymadan
bazıları uykusuna varmadan doymuş
görüyorsunuz ilm-i hilaf ü cedel düzeniyle hayat
nasıl da sürüklüyor kendini
ve ben bunu kanıtlayabiliyorum
şu şair halimle
böylece size ey saygıdeğer erbab-i cumhuriyet
akıllı ve yetenekli olduğumu
kanıtlamış oluyorum
sizler de
bu derin bilgeliği kavrayarak
kendi değerinizi ortaya koymuş oluyorsunuz.
2.
Ütüsüz bir pantolon kadar tedbirliyim
tarihi bir gerçek kadar sıkılgan
bilmem ki Tesalya’daki Termofil
bir yiğitlik anısı
bir hayınlık anıtı mı olsa
yine bilmem quantum kuramını
öğrenen insan haklı mıdır
kendini ardıçkuşu sanmakta-
ben
yirminci yüzyılın sonlarında
en uzak uyanışlar ikliminde yaşadım
bir imparatorluk genişliğindeki gençliğim sırasında
kadınlardan daha çok birinci şubeye vardım.
3.
En mutlu insanlar belki de
baca temizleyicileridir
öyle dar, öyle kara karanlık bir yerdedirler ki
yüreklerini geniş, dayanıklı
aydınlık tutmak zorundadırlar
buna yükümlü sayarlar kendilerini.
Baca temizleyicileri başkalarını sevmekle kalmaz
başkalarınca sevilirler aynı zamanda
çünkü herkesi düşünmeyecek kadar mutlu
herkes tarafından düşünülmeyecek kadar mutludurlar.
4.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Bu sorunun karşılığını bulamıyorum
içinden çıkılmaz bi olay, ama önemsiz
köylüleri öldürmesek de olur
hatta onların kalın suratlarını
görmezlikten gelebiliriz
yapılacak çok şey var daha
sözgelimi ben, kendim
hiç hayıt ağacı görmemişim
görmeden ölürüm diye korkum da yok
değil mi ki albatrosu Baudelaire’den
Yves Bonnefoy’dan semenderi öğrendim
bir gün bakarsınız
şu güzelim bilgiç beynimi kırıp
teneşir tahtası olarak kullanabilirim…
İSMET ÖZEL
(Erbain, Kırk Yılın şiirleri, Tiyo Yayıncılık, İstanbul 2018)
Seçtiğimiz şiir İsmet Özel’in şiirlerinden rastgele seçilmiş bir şiiridir. İsmet Özel şiirleri genel olarak fikri tutarlılığı olmayan şiirlerdir. Zaten bu durum ozanın gerçek yaşam öyküsünde de böyle olmuştur. Bunu eleştirmek adına değil sadece bir tespit olarak belirtiyorum. Ozan dünya görüşünü 180 derece değiştirmiş ama buna karşın şiirlerindeki fikri tutarsızlığı tutarlı bir biçimde sürdürmüştür. Şiir nasıl ki anlaşılır olmak zorundaysa İsmet Özel şiiri de bir o kadar anlaşılmaz görünmektedir. Okurun sezgilerine ve hayal gücüne hitap eden bir şiir biçimidir. Bence özel bir tarzı olduğu kesindir. Karmaşık bir yapı vardır şiirlerinde. Hatta kargaşaya yaklaşan bir dağınık yapı vardır. Ama asla kargaşa vardır diyemeyiz o şiirler için. Onun şiiri genelde uhrevi bir söyleyişle sesini bulacakmış gibidir. Şiirler karanlık, bilgiç ve mutsuz yanımızı deşer durur. Gördüğü olumsuzluğu psişik metalar kullanarak bize de aktarır sanki. Biçime de fikre de her şeye de karşı gibidir. Her ne kadar kendisi kendi yazma serüveni hakkında ve şiire bakışı hakkında çeşitli yazılar ve kitaplar yayımlamış olsa da İsmet Özel şiirinin bendeki yankısı bu yöndedir. Elbette bu iddialarımı örnekleyerek açıklayabilirim. Ama şimdilik konumuz bu değildir. Yukarıda alıntılanan şiirde de bu bahsettiğim özelliklerin birçoğu bulunmaktadır. Şiirin adı Akla Karşı Tezler şeklindedir. Bu bizi tez arama fikrine yöneltiyor. Akla karşı oluşu rasyonalizme karşı geliş gibi algılanmaktadır. Belki de akla karşı oluş, akla uygunluk (mantıklı olma) durumuna karşı bir tavır alıştır. Şiirin dört ayrı bölümü vardır. Eğer şiirin başlığı numaralandırılmış olan bölümlerin hepsinin de başlığı ise her bir bölümü ayrı birer tez olarak (akla karşı tez) olarak almalıyız. O halde şiirde dört ayrı tez arayacağız.
Şiirin birinci bölümünde gecenin üçünün en uygun zaman oluşunun ispatını veriyor ozan. Bu ispat ozana göre onun akıllı ve yetenekli oluşunun da ispatıdır. İspat islam retoriğini işaret ediyor. Çünkü ozan ispatın İlm-i hilaf ü cedel düzeniyle yapıldığını belirterek islam retoriğinden haberli olduğunu duyumsatıyor okuyucuya. Böylelikle fıkıh tartışmalarında farklı mezhepler arasındaki kişilerce yapılan bir tartışma biçiminden yola çıkarak ozanın bilgeliğine tanık olmuş oluyoruz. İlm-i hilaf ü cedel diye anılan tartışma tekniği mezhepler arası tartışmalarda kullanılabildiği gibi bazen de başka dinlere mensup kişiler ile de yapılan bir tartışma tekniği olarak bilinir. Tartışmalar belli kurallar ve belli amaçlar doğrultusunda yapılır. Genellikle mantığın ve felsefenin alanına girilir, sokratik yöntemler kullanılır ve rakibi alt etmek hedeflenir. Ozana göre ozanın burada yaptığı ispatı anlayan okuyucu, ozanın ispatını anlayabildiği için ve de ozandaki bilgeliği fark edebildiği için kendini değerli hissedecektir. Bu görüş şiirde açıkça dile getirilmiştir. Kanımca bu yaklaşım şiire ironi katan bir unsur olarak algılanmalıdır. Yani fikri açıdan ciddiye alınabilecek ve peşine düşülecek bir fikir görünmemektedir. Ozan sadece bir tespit yapmış gibidir. Ama yaptığı tespit de akla karşı gibi dursa da ortada akla karşı bir tez yoktur. Bu yönüyle atılan başlığı ciddiye alamayacağımızı daha ilk bölümde görmüş olduk.
İkinci bölüm de birinciden çok farklı değildir. Ütüsüz bir pantolon kadar tedbirli olmak ve tarihi bir gerçek kadar sıkılgan olmak ifadeleri tamamen doldurma dizelerdir. Bu dizeler herhangi bir fikir ileri sürmemekte ve okuyucuda herhangi bir duygulanıma yol açmamaktadır. Bu dizeler ikinci bölüme giriş cümleleridir. Bu cümlelerde tedbirli olmak, sıkılgan olmak ve tarihi bir gerçek diye belirlenen imler okuyucunun dikkatini çekecektir. Ozan bu üç sözcük üzerinden ilerleyeceğini okuyucuya belli etmiş oluyor. Ütüsüz pantolon, Termofil savaşı, quantum kuramı, yirminci yüzyıl, imparatorluk ve birinci şubeye varılan günler aslında ozanın zaman algısının ne kadar dinamik olduğunu gösterir gibidir. Sanki zamanın bir bütünlük içinde algılandığı bize gösterilmektedir. Ama yine de ortada fikri olarak takip edilecek bir yapı bir görüş oluşturulmamıştır. Şiirde üzülecek sevinecek, yerilecek, övülecek herhangi bir durum yoktur. Okuyucuya yüklenmiş ve okuyucudan savunulması istenilen beklenilen herhangi bir ahlaki tutum yoktur, herhangi bir görüş yoktur. Tamamen fikirsiz bir yapı vardır. Bir tezinin olamayışı belki de akla karşı tez olmasını sağlayan bir şeydir. Bütün bunlara karşın bu bölümün son iki dizesi oldukça dikkat çekicidir. Bir imparatorluk genişliğindeki gençliğim sırasında dizesi şiire damgasını vuran adeta berceste diye nitelendirebileceğimiz bir dizedir. Kadınlardan daha çok birinci şubeye vardım ifadesi ise devrimciliği özümseyememiş bir maçonun itirafı gibidir. Devrimci mücadele halkın her katmanını içinde bulundurduğuna göre böylesi bir tipi de bir figür olarak şiirde ve devrimci mücadelede gözleme fırsatı bulmuş oluyoruz. Bu son dize şiirin ironi ile ilerlediğinin ikinci bir göstergesi olarak görülmelidir. Sonuç olarak iki ayrı bölümü inceledik. Şiirdeki bu iki bölüm fikri tutarlılık açısından birbirinden bağımsızdır. Şiirde fikri tutarlılık ilkesine önem vermeyen başı bozuk bir düşünüş/duyuş vardır.
Üçüncü bölüm en mutlu insanın baca temizleyicileri olduğu tezi üzerine kurgulanmış ve diğer bölümlere göre daha zayıf bir bölüm olarak göze çarpmaktadır. Bu bölüm de diğerleriyle ilintisiz ve herhangi bir tezi olmayan bir bölüm olarak kurgulanmıştır. Baca temizleyicilerinin dünyanın en mutlu insanı olarak tarif edilmesi belki ironi olarak bile hoş görünmemektedir.
Dördüncü bölümdeki köylüleri niçin öldürmeliyiz sorusu ise sanki bir tezi duyurur gibidir. Feodalizmden kurtulmak için diyebilir kimileri buna. Köylülerin kalın suratları ifadesi ilgi çekicidir. Aslında bizim onlara bakışımızdan kaynaklanmaktadır. Onların cehaletleri ve güçlü bedensel yapıları onların suratlarını kalınlaştırmış gibidir. Ozanın böyle bir iddiası yoktur ama sanki okuyucu bu minvalde düşünceleri çağırabilir. Şiirde bu yönde düşünüşlerin olanağı yaratılmış gibidir. Kentlilerin köylüye köylülüğe tepeden bakışı duyumsatılmıştır. Bu yönüyle şiirin bu bölümü diğerlerinden daha fazla görüş ve etik tutum belirlemeye olanak veren bir bölüm olarak görülmelidir. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi burada da takip etmemiz gereken bir fikri tutarlılık yoktur. Bu bölümde de akla karşı tezler açısından bir tez görebilmiş değiliz. Ozan belli ki farklı zamanda farklı duyarlılıklarla yazılan şiirlerini bir başlık altında toplayarak göze ve kulağa hoş gelen dizelerinin ziyan olmasına engel olmuş gibidir.
Karmaşık Kurgu Nedir?
Değeri olan bütün yazılı metinler okuyucusunda belli bir hedefi gerçekleştirmek üzere yazılmışlardır. Bir edebi metnin okuyucuda estetik ve etik dönüşümler yaratmak hedefinde olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Buna karşın bilimsel metinler ise okuyucusunda mantıksal ve dizgesel düşünüş biçimleri geliştirmeyi hedefleyen metinlerdir ve bu metinler aynı zamanda da etik dönüşümler yaratma etkisine de sahiptirler. Edebi metinlerde nasıl hissettiğimizin yani duyumsayışımızın bir önemi vardır, bilimsel metinlerde ise ele alınan problem açısından doğru düşünüp düşünemediğimizin bir önemi vardır. O halde herhangi bir metni inceleyen kişi açısından o metni okuyup bitirdiğimizde düşünsel ya da duygusal olarak bir A noktasından bir B noktasına doğru hareket ettiğimizi varsayarız. Bu gidişin yönü doğrultusu metindeki kurgu sayesinde belirlenebilmektedir. Bazı eserler basite kaçan kolay bir kurguyla karşımıza çıkarlarken bazı eserler de daha karmaşık bir kurguyla karşımıza çıkarlar. Bir eserin karmaşık kurgusu, katmanlı yapısı o esere genellikle değer katan bir özelliktir.
Açık açık gösteren edebi metinlerden ziyade sezdiren ve çağrışımlara olanak veren metinleri daha değerli görmeye meyilli olduğumuz bir geçektir. Burada herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek adına hemen şunu belirtmeliyim: Şair anlaşılmamak hevesinde olan bir kişi değildir ve bir yazın türü olarak adına şiir denilen yapılar da anlaşılmaz metinler değildir. Tam tersine! Anlaşılmak her zaman için temel amaçtır. Çünkü yeterince anlaşılamayan bir şiirin yüksek duyguları açığa çıkarması beklenemez. İmgelerin, metaforların ve bir bütün olarak simgelerin çözülmesinde yaşanan zorluklar her zaman için ele alınan konunun çetrefil oluşundan kaynaklanmayabilir. Bazen de şairi yönlendiren bu yüksek fikirler, duygular onu bu şiiri yazmaya itse de şairin bu çetrefil konuyla başa çıkabilecek bir ustalığı yoktur. Bu durumda da şiirin anlaşılır bir tarzda kurulamayacağı açıktır.
Anlaşılmak ile ilgili temelde yaşanan sorunun kaynağı ele alınan konunun zorluğu ile ilintilidir. Okuyucu ne anlatıldığına değil nasıl anlatıldığına bakmaya alıştırılmıştır. Anlatıcının perspektifi eleştiriye tabi tutulacaktır. Anlatıcının donanımı eserde kendini gösteren bir özellik olarak kurguya yansımalıdır. Bu bağlamda Nazım Hikmet’in Saman Sarısı şiirini karmaşık kurgunun güzel bir örneği olarak buraya almak istiyorum. Şiir ozanın önemli ve çok bilinen eserlerinden biridir. Bir sevda şiiridir. Ama gerçekten sadece bir sevda şiiri midir bu eser? Şiirde bir yolculuk tasvir edilir ve yapılan gerçek bir yolculuk mudur yoksa kendi geçmişine gidip gelen birinin iç yolculuğu mudur? Hatta her ikisi de var mıdır? Bu şiir bir değerler sorgulaması mıdır yoksa bir propaganda metni midir? Metnin içindeki tarihsel kişilikler ve olayların şiirin akışına ve şiirde anlatılmak istenen ana fikre katkısı ne düzeydedir? Bu şiiri yaşamı sınıf mücadelesi ile sürüp giden bir ozanın sürgünlüğünün, aşkının ve kavgasının şiiri olarak mı okumalıyız sizce de? Görüldüğü gibi soruları çoğalttıkça çoğaltırız. İşte bu şiirde bunca soru sormamıza olanak veren ve şiiri bir edebi metin olarak değerli hale getiren şeyin karmaşık kurgu olduğunu söyleyebiliriz. Şiir çok katmanlıdır. Yalın bir söyleyişi vardır. Fikri tutarlılığı olan bir şiirdir. Özgün bir şiirdir. Ozanın biçemi hemen kendini gösterir. Gelin şimdi bu şiiri birlikte okuyalım. Şiirin mükemmel kurgusunu, temalar arasındaki geçişleri, mekânsal ve zamansal geçişlerin işlevselliğini daha iyi anlayabilmek adına şiirin tamamını buraya aktarmamız gerektiğini düşünüyorum.
SAMAN SARISI
Vera Tulyakova’ya derin saygılarımla
I
Seher vakti habersizce girdi gara ekspres
kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri
perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
üst ranzada uyuyanı göremedim
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini
baktım arkasından
üst ranzada ben uyuyorum
Varşova’da Biristol Oteli’nde
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
oysa karyolam tahtaydı dardı
genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
oysa karyolası tahtaydı dardı
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu
oysa karyolalar tahtaydı dardı
iniyorum merdivenleri dördüncü kattan
asansör bozulmuş yine
aynaların içinde iniyorum merdivenleri
belki yirmi yaşımdayım belki yüz yaşımdayım
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
üçüncü katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor sağ elimde kederli bir
gül açıldı ağır ağır
Kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
şair Nikolas Gilyen Havana’ya döndü çoktan
yıllarca Avrupa ve Asya otellerinin hollerinde oturup içtikti yudum
yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
bir mangaydılar
kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli çizmelerinden
korku belli mi olur çizmelerden
oluyordu onlarınki
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
hattâ Şopen Sokağı’nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir SS mangası da olsa ölüler öldüremez
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde sıcak
bir fırancala gibi
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
bana ilk ve belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi
ve sen bundan dolayı
bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki de bir taş bebektin
belki bir pırıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve işte Kırakof şehrinde Kapris Barı
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir taş kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cıgara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cıgaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem
tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen Ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakıt hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüze
Yegelon Üniversitesi’nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dola-
şıyor
bozmağa çalışıyor Kopernik’in Araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında rok end rol oynu-
yor Katolik öğrencilerle
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı Nova Huta’nın
orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
Meryem Ana kilisesinde çan kulesinde saat başlarını çalan borazan gece
yarısını çaldı
Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden öldürülmenin acısını
düşündüm
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur
iskelesi gibi arkada kaldı
seher vaktı habersizce girdi gara ekspres
yağmurlar içindeydi Pırağ
bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
yağmurlar içindeydi Pırağ
sen yoksun
uyuyorsun alacakaranlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse
yitirilmiş akşamlar gibi Vıltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
bütün pencerelerde perdeler inik
tıramvaylar bomboş geçiyor
biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
ne kumaş ne kıristal ne et ne şarap
ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
ne bir karanfil
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi yalnızlıkta on kat
artan ihtiyarlığın kederinden silkinmek için Lejyonerler Köprü-
sü’nden martılara ekmek atıyor
gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
her lokmayı
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değilim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
Moskova’ydı üst ranzadaki belki
duman basmış Leh toprağını
Birest’i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar
Berlin’den beri kompartımanda bir başımayım
karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş Moskova’da
garda genç bir kadın beni karşıladı
beli karınca belinden ince
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
tuttum elinden yürüdük
yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
o yıl erken gelmişti bahar
o günler Çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı’nda yitirdim ansızın seni oysa
ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
İstanbul’da Sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör ardında üç
mavna
gak gak ediyor da vak vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara Kızıl Meydan’dan romorkörün kaptanına sesleneme-
dim çünkü makinası öyle gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı
yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara Kızıl Meydan’dan
görmedik
girdim giriyorum Moskova’nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var ama onlardan
bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
Pırağ’da aldı
görmedik
vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm
kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor
önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
Bolşoy’a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
Kalamış’ta Balıkçının Meyhanesine girdim ve Sait Faik’le tatlı tatlı
konuşuyorduk ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri
sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı geceyarısını Stırasnoy Manastırı’nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile
ama yine de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve Stırasnoy Alanı’na şimdi Puşkin Alanı kar yağmaya başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
görmedim
II
On dokuz yaşım Beyazıt Meydanı’ndan geçiyor çıkıyor Kızıl Meydan’a
Konkord’a iniyor Abidin’e rastlıyorum da meydanlardan konuşu-
yoruz
evveli gün Gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü Titof da dolaşıp
dönecek hem de on yedi buçuk kere dolanacak ama daha bundan
haberim yok
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz Abidin’le tavan arasındaki otel
odamda
Sen ırmağı da akıyor Notr Dam’ın iki yanından
ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum Sen
ırmağını rıhtımında yıldızların
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda Paris damlarının
bacalarına karışmış
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde bulut
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz Abidin’le
meydanda fırdönen Celâlettin’den konuşuyoruz
Abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
ben renkleri yemiş gibi yerim
ve Matis bir manavdır kosmos yemişleri satar
bizim Abidin de öyle Avni de Levni de
mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar meydanlar renkler
ve şairleri ressamları çalgıcıları onların
hamlenin resmini yapıyor Abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem öyle görüp
öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan vakıtları tuvalinde Abidin’in
Sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip kaç kere
bulacağım
işte böyle işte böyle kızım düşürdüm ömrümün bir parçasını Sen ırmağına
Sen Mişel Köprüsü’nden
ömrümün bir parçası Mösyö Düpon’un oltasına takılacak bir sabah çise-
lerken aydınlık
Mösyö Düpon çekip çıkaracak onu sudan Paris’in mavi suretiyle birlikte
ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir parçasını ne balığa ne
pabuç eskisine
atacak onu Mösyö Düpon gerisin geriye Paris’in suretiyle birlikte suret
eski yerinde kalacak.
Sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük mezarlığına ırmakların
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar salına salına
dönecekler başımın üstünde
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
Abidin’e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanı’nda şehit düşenin
ve Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını gözünü bilmediği-
miz Titof Yoldaşın ve ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan
genç kadının
Küba’dan döndüm bu sabah
Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir
çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
bir el gördüm Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısına yakın
bir duvarın üstünde bir el gördüm
ferah bir türküydü duvar
el okşuyordu duvarı
el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının
on yedi yaşındaydı el ve Mariya’nın memelerini okşuyordu avucu nasır
nasırdı ve Karayip denizi kokuyordu
yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun
yirmi beş yaşındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan
otuz yaşındaydı el ve Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz
kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu
okşuyordu duvarı
sen el resimleri yaparsın Abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini
Kübalı balıkçı Nikolas’ın da elini yap karakalem
kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya kavuşan ve
okşamayı bir daha yitirmeyecek Kübalı balıkçı Nikolas’ın elini
kocaman bir el
deniz kaplumbağası bir el
ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el
artık bütün sevinçlere inanan bir el
güneşli denizli kutsal bir el
Fidel’in sözleri gibi bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp
yeşerip ballanan umutların eli
1961’de Küba’da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler ve çok rahat evler
gibi ağaçlar diken ellerden biri
çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri
mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el
yalansız hürriyetin eli
Fidel’in sıktığı el
ömrünün ilk kurşunkalemiyle ömrünün ilk kâadına hürriyet sözcüğünü
yazan el
hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların balkutusu bir
karpuzu kesiyorlarmış gibi
ve gözleri parlıyor erkeklerinin
ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne
ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor
mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının
akşam oluyor Paris’te
Notr Dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü ve Paris’in bütün eski
yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı filan düşü-
nüyorum ve anlıyorum ki
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor
onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur.
Paris’te bir kestane ağacı olacak
Paris’in ilk kestanesi Paris kestanelerinin atası
İstanbul’dan gelip yerleşmiş Paris’e Boğaz sırtlarından
hâlâ sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filân olmalı
gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabın kâadını yapanlar yazısını
dizenler nakışını basanlar bu kitabı dükkânında satanlar para verip
alanlar alıp da seyredenler bir de Abidin bir de ben bir de bir saman
sarısı belâsı, başımın.
(Nazım Hikmet Ran,https://www.siir.gen.tr/ sitesinden alınmıştır.)
(Nazım Hikmet, Son şiirleri 7, Adam yayınları, 1995, s.66-71)
Nazım Hikmet’in bu şaheseri yalnızca bizim şiirimiz açısından değil şiir sanatına yaptığı katkıdan dolayı dünya şiiri açısından da önemlidir. Eserde güçlü bir dinamizm vardır. Şair daha ilk dizede bizi peşine düşürür. Sanki harika sahneler çekmiş bir yönetmen gibi bir kameranın karşısında buluruz kendimizi. Filmi nasıl montajlayacağımızı ve hangi sahneleri birbirine hangi duygusallıkla bağlayacağımızı düşünürüz. Bunları düşünürken bir yandan da şaire eşlik edip şiiri de yaşamak isteriz. Çünkü saçları saman sarısı kirpikleri mavi o sevgiliyi bulabilmek için bu haklı çırpınışa katılmazsak şiiri anlamamız da söz konusu değildir. Bu harikulade kadın bazen üst ranzada yanımızdadır bazen de Moskova’nın karlı meydanlarında ayak izlerini bile bırakmadan yitip giden birisidir. Bu güçlü şiiriyle çaresizliğin hüznünü, kavuşmanın sevincini, ayrılığı, mutluluğu, kavgayı ve daha pek çok duyguyu bütün yönleriyle yaşatır bize şair. Eserde adeta duygu seli içinde oradan oraya sürüklenir dururuz.
Eserin mekânsal genişliği ve zamansal esnemeleri bizi masalsı bir gezintiye çıkarır. Şiirde hem sosyolojik olay ve olgulara tanıklık ederiz hem de tarihsel kişiliklere rastlarız. Bir yandan da sanki şairle aynı kadına aşıkmışız gibi evrenselleşen bir aşkın peşine düşeriz. Bazen kendi yurdunda dolaşan biri oluruz bazen de sürgünde memleketini hiç aklından çıkaramamış birine dönüşürüz.
Şiir boyunca savrulur gibi oradan oraya adeta şairin yerine dolaşıp dururuz. Şairin gözü sanki her görüntüye yetişmektedir. Kamerası insanlık durumlarına ait hiçbir şeyi atlamamaktadır. Görüntüler sürekli değişse de bizler, saçları saman sarısı kirpikleri mavi olan o kadını bir bulup bir yitirmenin gerilimiyle şiirin nasıl akıp gittiğini dahi anlayamayız. Şair aşk teması üzerinden okurlarına yaşamın tüm sırlarını göstermiş gibidir adeta. Öte yandan okurlar açısından baktığımızda, bu görüntülerin anlamlı olabilmesinin tek bir yolu vardır: Okurların şiirin düzeyine yükselmeleri gerekmektedir. Çünkü şiirdeki kişi ve mekân adları, olay örgüsü ve pek çok temanın birbiriyle girift ilişkisi şiirde belli bir kültürel koda göndermede bulunur. Nazım Hikmet yaşamın içinden yüksek düzeyli bir şiir yaratarak önümüze çok değerli bir eser koymuştur.
Unutulmamalıdır ki yarar gözetmeyen bir faaliyet olarak şiir hiç de yararsız bir şey değildir. İnsanlığın en eski sanatıdır. Şiirin ne olup ne olmadığı Homeros’tan, Hesiodos’tan bu yana onların söyleyiş biçimlerinden de yola çıkarak tartışıla dursun günümüzde şiir ritmik özellikleri bakımından müziğe yanaşır, düşünsel özellikleri bakımından felsefeye, izlek yaratması nedeniyle de resme/sinemaya/öyküye yaklaşabilir. Yukarıya alıntıladığım şiir bahsettiğim tüm bu özelliklerin en güzel örneğidir. Bu tür özellikleri aynı anda barındıran şiirlerin güçlü şiirler olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu tarz şiirlerin zamanın yıpratıcılığına karşı kökü derinde bir duruş sergilediklerini ve bir anıt gibi her dem varlıklarını hissettireceklerini iddia edebiliriz.
Burada anıtsal bir şiirin pek çok özelliğini belirlememize rağmen yine de dört başı mamur bir şiir tanımı yapmaktan daima kaçındığımızı fark etmiş olmalısınız. Bu türden tanımların subjektif özellikler içerdiğini ve dolayısıyla da daha en başta yararsız hale geldiğini vurgulamıştık.
Belki de yeri gelmişken şunu belirtmekte fayda vardır: Kanımca güzel şiirler henüz özelliklerini tam olarak bilemediğimiz şiirlerdir. Çünkü onlar çağrışımlara açık şiirlerdir. Çoğunlukla bildiren değil sezdiren şiirlerdir. Çünkü sezgilerimiz bilincimizi bilinmeyene etkin bir biçimde bağlamaktadır. Sezgilerimiz olaylar karşısında ne olduğunu bir türlü kendimize açıklayamadığımız fakat her şeyi gayet iyi anladığımız süreçler oluştururlar. Gerçekliğin alanında çok boyutlu bilinmeyenlerin içinde yine de biliyormuş/anlıyormuş gibi güvenle ilerlememizi sağlarlar. Gerçekte her şey ortadadır, apaçıktır! Buna rağmen bir türlü tam olarak sırrına eremediğimiz bu dünyada belki de birkaç dize sezgilerimizi harekete geçirerek dünyayı bizim için daha anlamlı kılacaktır. Bu nedenle bir şair daima sırra erme çabasında olan kişidir. Sırra erip ermemesi önemli değildir. Önemli olan o yolda olmasıdır. Yolda gördüklerini bize sezdirmesidir. Böylece bir şair şiiri yaratacak sürece kendini adamış olmanın bütün her şeyden daha önemli olduğunu hepimize göstermiş olacaktır. Tam da burada Nazım Hikmet’in şu dizeleri bize şairliğin ne menem bir şey olduğunu belki biraz daha açıklayıcı olabilir:
Slavya Kahvesinde Şair Dostum
Tavfer’le Yarenlik
(…)
Biz de aynı loncadanız biliriz, Tavfer
Zanaatların en kanlısı şairlik
Sırların sırrını öğrenmek için
Yüreğini yiyeceksin, yedireceksin
(…)
(Nazım Hikmet, Yeni Şiirler 6, Adam Yayınları, 1995, s.142)
Görüldüğü gibi şairliği zanaatların en kanlısı olarak kabul ediyor Nazım Hikmet. Sırra varmak için gerekirse yüreğini yiyeceksin ya da yedireceksin diyor.
Artık biliyoruz ki farklı toplumlar ve farklı şiir tarzlarına rağmen bir şair için gökyüzünün altında herkesten gizlenmiş bir sır yoktur elbette! Fakat sırrına erilmesi gereken ve her değişen çağda yeniden anlaşılıp tanımlanması gereken koca bir yaşam vardır! Bu nedenle şair yaşamı bir laboratuvar gibi görür. Kendi deneyinden yola çıkarak içinde bulunduğu toplumun gözü, kulağı ve söyleyen dili olma hevesindedir. Çünkü sırra ermenin başkaca bilinen bir yolu da yoktur! Yeri gelmişken çağdaş şiirimizin aydınlık yüzü Rıfat Ilgaz bakın şaire nasıl yön tayin ediyor:
“Şairin, tek başına duyduğunu, düşündüğünü, gerçekleri saptayıp yansıtması, önemini yitirmiştir. Topluma yeni biçimler vermekte olan işçi sınıfının değiştirici bir bireyi olarak yaşama yeni bir anlam katması, geleceğe güvenini açığa vurması, iyimser bir duyarlılık içinde çağının yeni gerçeklerini belirtmesi görevi başlamıştır şairin.”
(Rıfat Ilgaz, Yarenlik, Çınar yayınları,2015, s.49)
Yaşama yeni bir anlam katması, geleceğe güvenini açığa vurması, iyimser bir duyarlılık ve çağının yeni gerçeklerini belirtmesi… Ilgaz’ın belirlediği bu ilkeleri her dönem için çağdaş şiirin özellikleri arasında görmek zorundayız.
Uzmanlık alanım olmayan konulara girerek siz değerli okuyucuları boş yere uğraştıracak biri değilim. Ne edebiyat tarihi ne düşünce tarihi ne de kültürel antropoloji ya da felsefe ya da dinler tarihi veya sosyolojiden dem vurarak bir şeyler ispatlamak hevesinde değilim. Beni yalnızca şiir ilgilendiriyor! Çünkü şiir yazmak heveslisiyim. Şairliğimin beratını ise kendi kendime verecek değilim. Bu beratı ancak ve ancak içinde yaşadığım bu toplum verebilir.
Bir şairin, şiirinin sağlığı açısından kafa yormak zorunda olduğu pek çok sorunu vardır. Neyi nasıl söyleyeceğini bilmesi ayrı bir derttir, belli bir düşünsel düzeyi daima korumak zorunda oluşu ayrı bir dert. Bu dertlerden bazılarını burada anarak bu denemeyi bitirmek istiyorum.
Ataol Behramoğlu’nun Melih Cevdet Anday ile yaptığı röportajdan bazı kısımları buraya taşıyarak ne demek istediğimizi daha somut hale getirelim.
“Anday’a yönelttiğim ikinci soru lirizm konusunda. (…): ‘Şiir lirik de olsa, bence bir yapı arayışıdır. Şair kendinden söz ettiği, yani lirik olduğu zaman da kendini nesne gibi ele alır. Yahya Kemal, şiiri, düşünceleri duygulaştırmak olarak tanımlar. Bence doğrusu, dili şiirleştirmektir. Çünkü dil kendi başına şiir değildir. Bir anlaşma aracıdır. Dar bir alanda iş görür. Şiir onu dil olmaktan da çıkarmak demektir. Bir üst dil yapmaktır. Mantıkta doğrular ve yanlışlar vardır. Yeni mantıkta, ne doğru ne yanlış diye nitelenen üçüncü bir kategori söz konusu. Şiir, ne doğru, ne yanlıştır… Bu üçüncü kategoriye girer. Yani bir üst mantıktır… ‘Güneş bir kılıçtır’ sözünü ele alalım. Doğru mudur? Hayır. Ne doğru ne yanlıştır’(…)”
(Ataol Behramoğlu, Şiirin Dili Anadil, Evrensel Basım Yayın,2007 s. 67)
Aynı yazıdan başka bir örnek daha verelim.
“İmge ile metafor arsındaki ilişki sizce nedir? (…): ‘Şu anda önünde oturmakta olduğumuz masanın üstünde bulunan şeyleri gözlerimi kapayarak tasavvur edebilirim. Bu imgedir. Orada bulunmayan şeylerin tasavvur edilmesi ise şiirsel imgedir. Bu imgeler arasında ilişki kurmak ise şairin becerisine bağlıdır’(…)”
(Ataol Behramoğlu, Şiirin Dili Anadil, Evrensel Basım Yayın,2007 s. 68)
“(…) bir başka soru şiir ve felsefe ilişkisi üzerine. (…): ‘Şiirle felsefe yapılmaz. Felsefe açıklık seçiklik ister ve mantığın şaşırmaz kurallarına bağlıdır. Öyle bir fikir araştırmasıdır. Şiir buna elverişli değildir. Fakat şiir düşünsüz yapılabilir anlamına da gelmez bu… Şiirde düşün, Valery’nin bir sözüyle, yukarılarda, yükseklerdedir. Şiirin içine girmez. Fakat düz yazının içine gelir oturur.
Bunun en iyi örneği felsefedir. Her şiirimde, yukarlarda, beni yöneten, gittiğim yönü işaret eden bir düşünce vardır, o kadar. Ama şiire karışmaz. Şiir çalışması biraz özgürlük ister, mantıktan, dilden bağımsızlık ister. Ben de, o en yükseklerdeki düşüncenin işaret ettiği yolda giderken bazen kendimi kapıp koyuveririm… Rastlantılara, isterseniz imgeler diyelim, kapı açıcı, yol açıcı ilişkilere zihnimi açık bırakırım… Şiirin içine girince zihin de kendini ona göre ayarlar. Zaten şairin görevi de budur… Kendi makinesini (kafasını yani) şiirin gidişine uydurmak’ (…)”
(Ataol Behramoğlu, Şiirin Dili Anadil, Evrensel Basım Yayın,2007 s. 68, 69)
Yine aynı röportajdan bazı sorulara verilmiş çeşitli yanıtları aktaralım.
‘Şiirin tanımı yapılmaz ama, daha önce de yaptığım bir tanımı burada tekrar edeyim: Şiir, bilinen sözcüklerle bilinmeyen sözler yapmaktır’
(A.g.e. s.70)
‘Hayır, şiir böyle bir şey değildir… Şair açık seçik olmak isteyen, boyuna onu isteyen adamdır… Kapalılığı isteyen bir insan olabilir mi? Kapalılığı isteyen bir felsefe olabilir mi? Bütün sorun şiirin işçilik yanını ihmal etmemektir. Çünkü şiir orada o çalışmayla ortaya çıkacaktır… Ve bunun binlerce yolu vardır…Bu bakımdan şairler arasında karşılaştırma yapmanın da bir anlamı yoktur… Her şair kendi şiir yapısını kendi kuracaktır (…) Bir duygunun, bir düşünenin benzeri olabilir… Fakat her sanat eseri, benzersizdir… Bir aşk duygusunun mutlaka bir benzeri vardır… Ama bir aşk şiirinin benzeri yoktur… Sanat eserinin etkisi, benzersizliği, yapısından gelir.’
(A.g.e. s.71)
İki şairin bu güzel söyleşisi şunu gösteriyor bize. Sanat/şiir ile yaşam arasında birbirini etkileyen, dönüştüren bir ilişki biçimi vardır. Yaşama bakarak sanatınıza yön veriyorsunuz sanatta yol aldıkça ortaya çıkan etkilerin yaşama aksettiğini anlıyorsunuz.
Şairin bir gözü yaşamda bir gözü şiirde olmalıdır. Çünkü iki gözünü de şiire veren şair sonunda halkını unutur ve tuzu kurular arasında gezmeye meyleder. Bu şairler ya sayıklayan, soyut, anlamsız bir şiire ulaşırlar ya da şiiri salt retorikmiş gibi ele aldıkları için eğlenceli fakat şiirden çıkıldığında elde işe yarar hiçbir duygunun kalmadığı bir basitliğe varırlar. Eğer şair iki gözünü de yaşama çevirmişse yine vay halinize. Çünkü bu kez de sanata gidecek yollara çığ düşmüş demektir. Mahkeme celplerinden bile şiir üretilir. Ota, böceğe, dağa, taşa her şeye şiir yazılır da sanat bunun neresinde diye sorgulanmaz. Halbuki olması gereken başta da belirttiğimiz gibi yaşamla şiir ilişkisini birer göz şeklinde diyalektik bir bütünlükle ele almaktır.
Hakikate ulaşmak hepimiz için imkansızdır. Fakat gerçekler ise oradadır, tam gözümüzün önünde! Gerçeği; yani görünen gerçeği ve görünenin arkasındaki gerçeği bir de şiirle yeniden tasvir etmenin kime ne zararı olabilir ki? Aslında şiirle tasvir edilen gerçeklik hem aşkın hem de ayakları yere basan bir gerçekliktir. Yeni bir gerçeklik türü olarak şiirsel gerçeklik daima içine girmek isteyeceğimiz bir özgürlük alanıdır. Bu nedenle anlam denen hikmet ne vahiyle yere iner ne de büyük bir ozanın karnında esirdir! Şair iğneyle kendi kuyusunu kazar. Tek derdi dile getirilebilir olanı en güzel biçimde söylemektir. Oysa dile getirilebilir olan her duygu her düşünce şiir değildir. Buna mukabil şiir de dile getirilebilir olanların yolundan yürümektedir. Çünkü şiirin de anlaşılmak ve dilden dile geçmek gibi bir isteği vardır ve bu istek her dem bakidir!
25.09.2024
Esenyurt/ İstanbul