YAVAŞ YAVAŞ HASAN ŞAŞ
İstanbul’da yaşayan arkadaşlarım hemen anımsayacaklardır, geçen cumartesi günü yani 20 Ocak 2024’te İstanbul’da öğleden sonra yağmurlu, rüzgârlı, soğuk bir hava vardı. Ne de olsa kış günüydü, soğuk olması da normaldi. Öğleden sonra elimizde birer bavul, Necla ile evden çıktık. Kararlaştığımız gibi İGA’da arkadaşlarımızla buluşup charter uçuşla Kahire’ye indik.
Kahire’de bambaşka bir iklim karşıladı bizi. Tabi, yalnızca coğrafi anlamda bir iklim değişikliğini kast etmiyorum. Böylelikle aynı zamanda demografik bir iklim değişikliğinden de bahsetmiş oluyorum. Çünkü demografik iklim değişikliği, diğer iklim değişikliğinden daha etkili görünüyor gözümüze.
Çat kapı gelen misafirlerine hazırlıksız yakalanmış bir misafir odası dağınıklığıyla karşılaşıyoruz havaalanında. Havaalanı İGA’ya göre oldukça sakin, biz ise bütün neşemizle sanki kendi evimize girer gibi içeri giriş yapıyoruz. Ev sahibinin ne misafirlerden ne de dağınıklıktan ötürü herhangi bir şikâyetinin olmadığının farkındayız.
Pasaport kontrol noktasındaki görevliler evraklarımızı inceliyorlar. Arada bir ‘Yallah!’ seslenişleri duyuluyor. Görevliler, gayet ilgili ve de cana yakın görünüyorlar. Türkiye’den gelip gelmediğimizin sağlamasını yapmak istiyorlarmış gibi bir tutam gülümsemenin içine birazcık ‘Hoş geldiniz!’ duygusu katarak peşimizden ‘Yavaş, yavaş! Hasan Şaş!” diye sesleniyorlar. Gülmemek ve şaşırmamak elde değildi bu karşılamaya! ‘Acaba Hasan Şaş’ın haberi var mıdır bu ünlü tekerlemeden?’ diye birbirimize sormadan edemiyoruz. Çünkü istisnasız, gittiğimiz hemen her yerde, Türkiye’den geldiğimizi anladıklarında, bizi bu tekerlemeyle karşılayıp uğurladılar.
Nedense Mısırlıların, Türkiye’den en çok da Erdoğan’ı tanıyacaklarına dair bir his vardı içimde. Fakat çok geçmeden hislerimde yanıldığımı anlıyorum. Çünkü Hasan Şaş Erdoğan’dan daha çok tanınıyordu Mısır’da! Demek ki Erdoğan’ın, biraz metaforik bir tarzda da olsa “Bye, bye!” yapar gibi hiç unutturmamaya çalıştığı o meşhur Rabia’sının Erdoğan için Mısır’da herhangi bir sosyolojik karşılığı yoktu. Bütün her şey boşuna mıydı yoksa! (Bu tuhaf tekerlemenin milli futbolcu Hasan Şaş ile bir ilgisinin olmadığı, aslında erotik bir filmden bir replik olduğu iddiası da vardı internette. Her iki olasılıkta da sporcu ve sanatçının siyasetçiden daha çok tanındığına delalet sayılabilirdi)
Havaalanında bizim uçaktaki tüm yolcular önceden hazırlanmış olan listelere göre dört ayrı otobüse yerleştiriliyorlar. Her otobüste bir rehber ve bir de silahlı fakat sivil kıyafetli bir koruma polisi bulunuyor. Bizim otobüste adının Rıfat olduğunu öğrendiğimiz başka bir görevli daha var. Rıfat demek döviz bürosu demekti, Rıfat demek telekomünikasyon demekti, Rıfat demek yerel görevliler ile istişare ve diyalog demekti. Yani kısacası bizim için Rıfat demek Mısır demekti. Uzun boylu, esmer, güleç yüzlü ve saygılı biriydi Rıfat.
Bize refakat eden tüm görevliler ve de özellikle rehberimiz açısından gayet şanslı olduğumuzu hemen söylemeliyim. Zira rehberimiz Batu (Batuhan İlker Coşkun), tur boyunca hem bir tur rehberi olarak işinde profesyonelliğini gösterdi hem de gayet ölçülü bir arkadaşlık düzeyiyle hepimizle bağ kurmayı başardı.
Mısır gibi bir ülkede rehberlik yapmak o kadar kolay bir iş olmasa gerek. Çünkü Mısır tarihi neredeyse insanlık tarihi demektir. Mısır’ı anlatmak için mitoloji bilmek gerekir. Dinler tarihi, düşünce tarihi, bilim tarihi, sanat tarihi, siyasi tarih, felsefe ve sosyoloji gibi daha pek çok alana girip çıkmak gerekir. Konukların piramitlere, firavunlara, hanedanlara ve Mısır mitolojisine olan ilgisini dikkate aldığımızda farklı bilgi düzeylerinin ortalamasını alarak böylesine geniş ve zorlu bir konuda bilgi aktarmanın ne çetin bir iş olduğunu tahmin edebiliyorum. Bu nedenle rehberimiz Batu’nun Mısır tarihi ve Mısır mitolojisi üzerine yüksek lisanslı oluşu bizim için gerçekten de güzel bir şanstı.
Giza bölgesinde bir otele yerleştik. Otelimiz dört yıldızlı olsa da yıldız sayısı kesinlikle Türkiye’deki dört yıldızlı konforla eşleşmiyordu. Sanırım bu dört yıldızı Mısır’ın şartlarında dört yıldız şeklinde anlamak gerekiyor.
MISR ya da MISIR
Mısır Arap Cumhuriyeti ya da tam olarak resmi adıyla Cumhuriyyetü Mısr El Arabiyye. Alışkanlık olduğu üzre kısaca Mısır diyoruz biz. Fazladan bir ı ekliyoruz Mısr’a.
Batu, ‘Mısır devletinin resmi dini İslam’dır’ diyerek önemli bir bilgi veriyor. Bu ayrıntı özellikle tatile gelen genç kadınlar açısından bir dalgalanmaya sebep oluyor. Kadınlar gezi boyunca herhangi bir başörtüsü zorunluluğu olup olmadığını merak ediyorlar. Turistler için böyle bir zorunluluğun olmaması bir ferahlamaya yol açıyor. Anlık olarak laikliğin kıymeti anımsanıyor!
Mısır, yaklaşık %90’ını Sünni Müslümanların ve %10’unu da Ortodoks Hıristiyanların oluşturduğu kalabalık bir Kuzey Afrika ülkesidir diyebiliriz. Mısır’ın etnik yapısı ise Wikipedia’dan öğrendiğimize göre %99.7’si Mısırlılardan oluşuyor. Etnik azınlıklar ise Abazalar, Türkler, Yunanlar, Bedevi Arap Kabileleri, Siwi ve Nubian toplulukları olarak gösterilmiş.
Kahire sokaklarında dolaşırken toplumsal yaşamda bir devlet dini olarak İslam’ın etkinliğinin dikkate alındığını gözlemek daha ilk dakikadan itibaren hiç de zor olmuyor. Örneğin çalışma yaşamına katılan kadınların sayısındaki azlığı ya da kadınların giyim kuşamındaki etkiyi ister istemez fark edebiliyorsunuz hemen. Bu konunun Türkiye’de de tartışıldığı dikkate alınırsa Mısır Türkiye’den bu konuda çok çok geride görünüyor.
İlk gece kırık dökük sayılabilecek dört yıldızlı otel odamızda beş yıldızlı uykumuzu aldıktan sonra sabah saat 7.30 da piramitleri görmek üzere hareket ediyoruz. Birbirine günaydın demek yerine birbirine ‘Yavaş, yavaş! Hasan Şaş!’ diyen meraklı, eğlenceli bir turist kafilesine dönüştüğümüzü fark ediyorum. Otobüsümüz şehrin caddelerinde ilerliyor. Sanki yeni, yeni uyanan bir kaosun yoksul semtlerde çöl tozuyla birlikte nasıl havalanıp da kırmızımsı bir renge büründüğünü izler gibiyiz.
Yolda kaldırımlarda battaniyelerine sarılıp yatan yüzlerce evsizle karşılaşmak sabah, sabah insanın canını sıkan bir durumdu doğrusu. Onların yoksulluğunda sanki doğrudan benim de bir payım varmış gibi kötü hissettim kendimi. Bu konuda asli kusurlu olmadığını bilmek bile teselli etmiyor insanı. Evet, İstanbul’da da evsizlerle karşılaştığımız olurdu fakat şu anda burada gördüğümüz şey bambaşka bir şeydi. Çünkü ben ilk defa bu kadar kalabalık bir evsiz grubuyla karşılaşmıştım. Balık istifi gibiydiler. Ne şehrin gürültüsüne ne de yükselen güneşe aldırdıkları vardı. Dere kenarındaki kaldırımlarda battaniyelerine iyice sarınmışlar sanki kaldırımda unutulmuş birer mumya gibi boylu boyunca yatıyorlardı işte.
Rehberimiz Batu sakin ve tane tane anlatmaya başlıyor Mısır’ı ve Kahire’yi. Kamuda Asgari ücretin 80 Dolar civarında olduğunu öğreniyoruz. Tabi asgari ücreti duyunca bir emekli olarak emeklilerin halini sormak bile istemiyorum. Burada 1 Dolar 30.7 Mısır Lirasına (Eygptian Pound) karşılık geliyormuş.
‘Karaborsada daha yüksek fiyata döviz bozdurabilirsiniz fakat yakalanırsanız ağır cezası vardır, bilesiniz! Tercih etmenizi önermem!’ diyerek uyarıyor bizi Batu.
Kahire nüfusunun yaklaşık 23 milyon olduğunu, Nil’in Kahire’yi ikiye böldüğünü eski yerleşimin Giza Piramitleri bölgesinde yani şehrin batı tarafında kaldığını ve yeni yerleşimin ise Doğu’ya doğru Heliopolis’te olduğunu öğreniyoruz.
Bu koca şehirde bir tek trafik ışığına bile rastlamıyoruz. Bütün araçlar birbirlerine korna çalarak ilerliyor. Sanki herkes elindeki direksiyonu birbirinin üstüne kırıyormuş gibi görünüyor bana. Araçlar alabildiğine eski püskü ve çoğu da en masum yerinden yaralanmış gibi çarpık bir vaziyette dertlice ilerliyordu. Trafik gerçek anlamda tam bir keşmekeş! Örneğin sol şeritte ilerleyen bir aracın şoförü eğer o an için durmaya karar vermişse aracını sağa yanaştırarak zaman kaybetmeyi göze alamıyor (ve ayrıca, böylelikle risk de almamış oluyor aslında) Bunun yerine bulunduğu şeritte yavaşlayıp durmayı tercih ediyor. Böylece durup yolcusunu indiriyor ve yoluna devam edebiliyordu.
En sol şeritte indi bindi yaptıran dolmuşları görünce ağzım açık kalmıştı. Çünkü olası trafik kazalarını düşünmeden edemiyor insan. Fakat burada hiç kimsenin korkup ürktüğüne de şahit olmuyoruz. Çünkü aslında biliyoruz ki her yerde olduğu gibi burada da yaşamın uzlaşımsal olarak kendine ait doğal bir seyri vardı. Biz kendi toplumumuzdan kendi sosyolojimizden getirdiğimiz kurallar ve alışkanlıkların gözüyle buraya baktığımız için bütün her şey bize ürkütücü görünüyordu.
GİZA PİRAMİTLERİ
Otobüsümüz otobanlarda ilerliyor. Üç katlı köprülerden kavşaklardan geçiyoruz. Yol boyu eski ve yeni tarz mimariye uygun evler görüyoruz. Bu arada yoksul semtleri gösteriyor bize Batu, oralardaki yaşamı anlatıyor. Pür dikkat dinliyoruz onu.
Dünyadaki tüm yoksul semtlerde olduğu gibi burada da evlerin dışlarının sıvasız olduğunu görüyoruz. Dışı sıvalı olan evlerin emlak vergileri de yüksek oluyormuş. Vergi vermek istemeyen yurttaşlar evlerine sıva yaptırmıyorlarmış. Evlerin pencereleri küçücük ve orantısız görünüyor. Sokaklar daracık. Binalar birbirine meftunmuş gibi karşılıklı öylece göz göze bakıyorlar sanki. Mahremiyeti bu derece en aza indiren bu tarz bir mimarinin elbette sosyolojik bir yansıması olmak zorundadır diye düşünüyorum. Nice öyküler nice şiirler yazdırırdı bu yansıma diye iç geçiriyorum. Dönünce okuma listeme Necib Mahfuz ve Seyyid Kutub alsam hiç fena olmaz diyorum.
Bu ılık ve güzel Pazar sabahında çöl tozuyla kızıllaşan bir havada ilerlemeye devam ediyoruz; hedefe yaklaştığımızı söylüyor Batu. Heyecanlanıyoruz. Nitekim çok geçmeden Batu’nun işaret ettiği tarafa döndüğümüzde birden Keops piramidiyle selamlaşıyoruz sanki. Adeta kenarları yontulmuş bir dağ gibi bütün heybetiyle yukarı doğru yükseliyor Keops. Sessizce zihnime kaydetmeye çalışıyorum o anı.
Alana varıyoruz. Rıfat içeri giriş biletlerimizi dağıtıyor. Meydanda turistler öbek, öbek rehberlerinin konuşmasını dinliyorlar. Batu da bizim grubu bilgilendiriyor. Meydan kalabalık. İnsanların yüzlerinde gerçek bir hayret ve saygı ifadesi ister istemez beliriyor. Çünkü insanlık yakın zamana kadar 4000 yıl boyunca bu yüksekliğe erişebilen başka bir yapı daha inşa edememişti.
Yapıların nasıl inşa edildiğine dair pek çok teori üretildi şimdiye kadar. Köle emeğinin burayı inşa ettiğini göremeyen bir pencereden sunumunu yaptı Batu. Bütün her şeyin gönüllü çalışma ve ücretli çalışma ile yapıldığını ileri sürdü. Gönüllülükteki motivasyonun dinsel nedenlere dayandığını anlattı. Oysa ben acaba bu görkemli yapının inşasında kaç köle, kaç işçi ve kaç yük hayvanı ölmüştür diye geçiriyorum aklımdan. Bunca hayata karşılık bu acı görkem! Tüm herkese sormak istiyorum şimdi; en eşsiz bir yapı olan herhangi bir canı bile kaybetmeye değer miydi bunca görkem? Eğer değerdi diyorsanız, o canın sizin canınız olması durumunda da değer miydi diye sürdürmek istiyorum sorumu. Can tüm yapıların en eşsizi değil miydi sahi?
Hesaplamalar keşifler neredeyse hala devam ediyor. Keops’a bakıp okulda öğrencilerime Thales teoremini anlattığım zamanlar geliyor gözümün önüne. Thales üçgende benzerlik yöntemini kullanarak yaklaşık 2500 yıl önce piramitlerin yüksekliğini gölge uzunluğu ve çubuklardan yararlanarak hesaplamıştı. Piramitlerin önünde -sırf öğrencilerime eğlence olsun diye- tıpkı Thales gibi hesap yaparken poz vermeyi düşünüyorum. Fakat sonra nedense her zamanki gibi çocukluk etmekten vaz geçiyorum.
Piramitlerin içindeki pek çok eserin yağmalandığını bilmeyen yoktur artık herhalde. Eserlerin çoğunun İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da müzelerde sergilendiğini biliyoruz. Hatta İstanbul Arkeoloji Müzesinde bile pek çok orijinal eser olduğunu bizzat biliyorum. Orayı ziyaret ettiğimde görmüştüm.
“Piramitler neden Mısır’dadır biliyor musunuz?” diye hınzırca bir soru soruyor gruba Batu. Maalesef hiçbirimiz bilemiyoruz bu sorunun cevabını. Sırıtarak kendi sorusuna o meşhur cevabı veriyor: “Çünkü İngilizler onu yurt dışına kaçıramadığı için Mısır’dadır” diyor. Cevap tam olarak emperyalizmin karakteristik özelliğini açıklayan netlikte oluyor. Yağmacılık!
Bu görkemli yapının önünde insanlar, arabalar, develer her şey nasıl da ufacık! Tüm bu kalabalık nasıl da şaşkın!
Batu’nun harika sunumundan sonra fotoğraflar, selfie’ler çektirmek için dağılıyoruz. Sosyal medya profil fotoğraflarımızın değişeceğini söylemişti Batu. Hiç de haksız değilmiş! Deveyle çölde gezmek isteyenler, fotoğraf/video çektirmek isteyenler ve poşu satın almak isteyenler için hemen orada hazırda bekleyen yerli girişimciler var etrafta. Tabi elinizi verdiğinizde kolunuzu geri alamayacağınız türden girişimcilerdi bunlar. Belli ki sırnaşmanın kompetanı olmuşlardı. Türkiye’den geldiğinizi anlar anlamaz bilin bakalım ne diyorlardı size?
Ne diyecekler!
“Yavaş, yavaş! Hasan Şaş!”
Panorama tepesinde pozlar verdik. Firavun Kefren’e ait olduğu tahmin edilen fakat burnu erozyona uğradıkça Bülent Ersoy’a da benzetilen o meşhur sfenks etrafındaki muhteşem turdan sonra Mısır Ulusal Müzesine doğru yola çıktık.
Arap Baharı ayaklanmasında Hüsnü Mübarek’i deviren kalabalığın toplandığı meşhur Tahrir meydanını gördük. Tahrir meydandaki dikili taşı gösterdi Batu. Bu taşın birebir aynısı olan ikizinin Sultan Ahmet meydanındaki dikili taş olduğunu hatırlattı bize.
Rıfat, Ulusal Müze için giriş kartlarımızı ve müzede Batu’yu dinleyip takip edebilmemiz için kulaklıklarımızı dağıttı. Ulusal Müze’de gezmek inanılmazdı, muhteşemdi!
Ramses II, Akheneten, Tutanhkamon ve birçok firavunun lahitleri, orijinal heykelleri ya da daha pek çok eser ve mumya hepsi bir aradaydı. Etraf tanrılar ve tanrıçalarla, rahipler ve hayvan başlıklı heykellerle doluydu. Mesela Anubis içine konulduğu o camekandan üstünüze atlayacak gibi bakıyordu size. Gerçekten de insan neye odaklanacağını şaşırıyordu burada. Mitoloji ve gerçek hayat birbirine karışıyordu sanki. Aslında günlük yaşamda kullandığımız pek çok şeyin kökeni işte şimdi bu müzede, burada karşımızdaydı. Örneğin yazın plajda giydiğim parmak arası terliklerime neredeyse birebir benzeyen terliklere bile rastladım burada. Binlerce yıl önce yaşamış insanların kullandıklarına benzer nesneleri hala günlük yaşamda kullanıyor olduğumuzu bilmek (özellikle de ölçü, tartı ve hesaplama aletleri gibi) insana tuhaf hissettiriyor. Sanki insan davranışlarının da binlerce yıldır korunan benzer bir mekaniği varmış gibi hissediyorsunuz. Eski insanlar da kendi şartlarında tıpkı bugünküler kadar aç gözlü ya da cömert ya da vicdanlı ya da ahlaklı ya da akıllı ya da umursamaz ya da her ne ise o idi. Değer yargıları, inanç sistemleri ve hukukları da o üretim koşullarının ve ilişkilerinin somut ürünü idi. İşte bütün bunları bu müzede gayet somut bir biçimde görebiliyorduk. Örneğin günümüzde dua ettikten sonra âmin/amen denilmesinin de nedeni sayılan tanrı Amon bile işte burada çeşitli nesnelerin, papirüslerin üzerinde karşımızdaydı şimdi. Hititler ile savaşında Amon değil miydi Ramses II’ye sahip çıkan.
Ulusal müzeden sonra Medeniyetler Müzesine geçtik. Bu müzede insanlığın ilkel komünal toplumdan başlayarak Mısır Arap Cumhuriyeti’ne kadarki serüvenini görme şansımız oldu. Alet edevatın en ilkel halleri, yerleşik hayata geçişin evreleri ve daha sonra da imparatorluklar dönemini yansıtan eserler şeklinde düzenlenmiş muhteşem bir müzeydi burası. Bu müzenin alt katında pek çok firavun, rahip, kâtip ya da önemli sayılan kişinin mumyalarını görme şansımız oldu. Hangi mumyanın bir firavun mumyası olduğunu mumyalanma şekillerinden de ayırt etmek mümkün oluyormuş. Örneğin firavunların kollarını göğüslerine çapraz bir biçimde bağlayarak mumyalamışlardı. Firavun olmayanlarda ise böyle bir bağlama şekli yoktu.
Ciltler dolusu kitabın anlattığı şeye dolayımsız bakabilmek ayrıcalığına ulaştığımız için mutluyduk doğrusu. Nil kenarında tekne gezintisi ve yemekle günü bitirdik.
ÖLÜLER ŞEHRİ
İkinci gün otelde güne çok ilginç bir başlangıç yaptık. Çünkü sabahın köründe saat 6.00 civarında bir erkek temizlik görevlisi birden kapımızı açıp içeri daldı! İnanılır gibi değildi! Necla da ben de ne güzel mışıl mışıl uyuyorduk! Kapı gürültüsünü duyunca yatakta birden doğruluverdik! Bir an için uyuya kaldığımızı ve turu kaçırdığımızı, bu göbüşlü amcanın da bizi uyandırmaya geldiğini sanmıştım. Fakat durum öyle değilmiş. Adam bizi, biz de adamı görünce karşılıklı olarak korktuk! Neyse ki adamın özür dileyerek ve de geri geri kaçarak kaşla göz arasında buharlaştığına şahit olduk da kendimize gelebildik biraz.
Otelcilik üzerine en ufak bir eğitim bile verilmeden sahaya sürülen, çalıştırılan bu işçilere kızmak inanın insanın içinden gelmiyor bile. Fakat benim için tehlikeli ve oldukça korkunç bir uyandırılış biçimiydi bu! Doğrusu kalpten gidebilirdim.
İkinci günün ilk durağı Eyyubi Kalesi ve Kavalalı Camisi oldu. Fotoğraflar çekildi. İslamiyet’in egemenliğinin hüküm sürdüğü yıllara ait bilgiler verildi. Memluk mimarisi ile Osmanlı mimarisi arasındaki farklılıkları öğrendik. Buradan da Ölüler Şehri diye anılan bölgeye geçtik. Otobüsten inmeden bölgenin hikayesini dinledik. Tüylerimiz diken, diken oldu. Batu’ya göre iki milyon insanın yaşadığı yoksul bir bölgeden bahsediyoruz.
Belli ki insanlar ölümden sonra da tekrar dünyaya gelmeyi ve tekrar yaşama dönebilmeyi hep umut etmişlerdi. Hatta kimileri de buna yüzde yüz inanmıştı. Çünkü Kahire’deki Ölüler Şehri diye anılan bu bölge tam olarak bunun açık kanıtı gibiydi.
Düşünsenize; öbür dünyadasınız ve orada çekeceğiniz çile bitmiş. Sizi diriltip tekrar dünyaya gönderecekler. Dirildiğinizde hazır bir eviniz ve size ait hazır eşyalarınız hatta evde sizi bekleyen karşılayan sevdikleriniz bile var! Ne kadar güzel değil mi! Bütün bunların gerçekleşeceğinden en ufak bir kuşkunuz olmasaydı siz de kendinizi evinizin avlusuna defnettirmez miydiniz?
Nitekim ölüler şehri de işte tam böyle oluşmuş bir şehirdi. Zaman içinde bir türlü dirilemeyen ölüler yüzünden sahipsiz kalan bu hazır evler ve hazır eşyalar, açlar, yoksullar ve hayvanlar için doğal bir barınağa dönüşmüş ve de sonuçta pek çok şey yağmalanmıştı burada. (Mezar soygunculuğu zaten pek eski bir meslektir)
Yakınlarının mezarlarının yağmalanmasına göz yummak istemeyen aileler ise çözümü mezarlarının korunması karşılığında içinde mezar bulunan bu evleri kiraya vermekte bulmuşlar. Gayet rasyonel bir çözüm! Kiracılar ev sahiplerine herhangi bir para ödemiyorlarmış. Ürkütücü ve hayli ilginç görünse de gayet rasyonel bir sözleşme kurulmuş gibi görünüyor bana! Üstelik yoksulluğun tahripkâr gücünü de ustaca törpüleyen doğal ve meşru bir sözleşme gibi duruyor. Sonuçta ölüler hariç herkes mutlu!
Ölüler şehrini dışarıdan, caddelerine girmeden şöyle bir seyredip üç dinin merkezi denen bölgeye doğru yol alıyoruz.
ÜÇ DİNİN MERKEZİ
Üç dinin merkezi diye anılan yere geliyoruz. Burası meşhur Memphis şehri. Müslümanların Afrika kıtasında inşa ettikleri ilk cami olan İbn el-As camiini dışarıdan görüyoruz. Namaz vakti dışında camilere girilmesine izin verilmediği için içeriden göremedik ama ben internetten baktım görüntülerine.
Ramses II döneminden kalma kale duvarlarını gördük. Roma İmparatoru Trajan ve Hadrianus dönemine kadar dayanmış kale duvarları imparatorlar tarafından restore ettirilmiş. Daha sonra hemen arka tarafta yakındaki iki Ortodoks kilisesini geziyoruz. Bunlardan biri Asma Kiliseydi. Asma Kilise, Beş İyi İmparator’dan üçüncüsü olan Roma İmparatoru Hadrianus (Edirne’ye de ismini veren imparator) dönemine ait iki duvarın üzerine havada duracak şekilde inşa edilmiş ve muallakta bırakılmıştı. Yani asılı bırakılmıştı. Kilisenin adının da muallakta kalmakla yani asılı kalmakla, arada kalmakla ilişkili olduğuna dikkat etmemizi istiyor Batu.
Ziyaret ettiğimiz diğer kilise ise Abu Serce Kilisesidir. Hazreti İsa (yani o zaman için Bebek olan İsa), Annesi Meryem, Meryem’in nişanlısı olan Yusuf Naccar (Marangoz Yusuf yani) ve yaşlı kadın Selomi. Bu dört kişi şimdiki işgal altındaki Filistin topraklarından çıkıp Roma’nın zalim valisi ve İsrailoğullarından olan Hirodes’ten kaçmak üzere Mısır’a doğru uzun bir yolculuğa çıkarlar. Bu dört kişiye Kutsal Aile denir. (Konuyu merak edenler değerli gazeteci Faik Bulut’un İndependent Türkçe’de yazdığı 4 Ekim 2020 tarihli güzel yazıyı da okuyabilirler)
Kutsal aile Mısır’da işte bu Abu Serce mağarasında gizlenmişti. Burada iki yıl kadar kalıp tehlike geçince de Filistin’e geri dönmüşlerdi. Mısır’da geçen süre ve gidiş gelişte yolda geçen toplam sürenin 12 yıl kadar olduğu rivayet ediliyor. Yani İsa büyümüş ve neredeyse genç bir delikanlı olmuştu. Abu Serce’de saklandıkları bu mağarayı, su içtikleri ve yıkandıkları kuyuyu görüyoruz. Bu yolculuk sırasında Kutsal Aile’nin yaklaşık olarak (dolana dolana gittikleri için) 2000 kilometre yol kat ettiği söyleniyor. Konakladıkları yerlere günümüzde kiliseler inşa edilmiş ve buralar ziyaret noktalarına dönüştürülmüştü. Abu Serce mağarası da kiliseye dönüştürülen bu noktalardan biriydi ve yanındaki Romalılardan kalma kuyu da aynı şekilde korumaya alınarak üzerine kilise inşa ediliyor. Yani bir bakıma dünyayı hala ölüler yönetmeye devam ediyor da diyebiliriz.
Abu Serce’den sonra hemen arka sokaktaki Ben Ezra Sinagogunu ziyaret ettik. Burada fotoğraf ve video çekimine izin verilmedi. Gündemdeki İsrail Filistin savaşı nedeniyle olsa gerek sanırım, Sinagog, diğer dini mekanlara göre daha tenhaydı. Ziyaretçisi çok azdı ve daha fazla güvenlik tedbiri altındaydı.
Bu mekanların böyle yan yana, sırt sırta durması bana dini hoş görüyü çağrıştırmadı ne yazık ki. Çünkü dinsel hoş görünün tamamen içi boş bir kavram olduğunu düşünenlerdenim. Hoşgörülü dindarların hoşgörüsünün dinsel nedenlerden çok kendileriyle ve sosyal ilişkileriyle ilintili olduğunu düşünüyorum. Yoksa binlerce yıldır akan kandaki dinsel motivasyonları, dinsel gerekçeleri nasıl açıklayabiliriz ki! Bu yapılar aynı müşteriyi etkilemeye çalışan ve de rekabet ettikleri diğer dinin alanını daraltmak üzere kurnazca hemen yan tarafa inşa edilmiş yerler gibi geliyor bana. Bu görüşümde ısrarcı değilim ama hissettiğim böyle!
Daha sonra parfüm müzesi diye tanıtılan doğal bitki özlerinden elde edilmiş kokular satın alabileceğimiz bir mekândan sonra akşam yemeği için Nil kıyısında yemeğe gidiyoruz yine. Bu kez lüks bir otelde kendi aramızda yemek yiyoruz.
Üçüncü gün ise sabah, en önce, İsrail Filistin sorunun yansıması olan bir nedenden dolayı bir resmi geçit sırasında bir teğmen tarafından suikasta uğrayan devlet başkanı Enver Sedat’ın anıt mezarına gidiyoruz. Suikast 1981 yılında gerçekleşiyor. Suikastı başlatan sürecin Camp David Sözleşmesiyle oluştuğu biliniyor. Çünkü Camp David Sözleşmesi Mısır devlet başkanı Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Menahem Begin arasında 1978 yılında ABD Başkanı J. Carter gözetiminde imzalanıyor. Sözleşme sonunda ilk kez bir Arap devleti İsrail’i resmi olarak tanımış ve ona meşruiyet kazandırmış oluyordu. Enver Sedat bu meşruiyetin karşılığında daha önce Altı Gün Savaşlarında İsrail’e kaptırdıkları Sina yarımadasını Mısır’a geri kazandırıyordu. İsrail’in tanınmasını hazmedemeyen bir teğmenin suikastı sonucunda Enver Sedat ve beraberindeki pek çok görevli 1981 yılında yaşamını yitiriyor. Enver Sedat’a 72 kurşun isabet ettiği söyleniyor. Sedat’ın suikasta uğradığı yerin tam karşısına ise bir anıtmezar inşa edilmiş. Anıt mezarı görmek istiyoruz fakat görevliler uyarıyor bizi. Anıt mezarda fotoğraflar çekildikten sonra Han el-Halili çarşısına gitmek üzere buradan da ayrılıyoruz. Trafik yine gayet canlı.
Han el-Halili çarşısında alışveriş için serbest zaman bırakıyor bize Batu. Burası bizim Mahmutpaşa yokuşunun düz versiyonuydu sanırım. Arka sokaklarda dolaşmaya çalıştık. Çalıştık diyorum çünkü turist olduğunuzu anladıkları için seyyar satıcılar ve mağaza sahipleri bir şeyler satın almanız için aşırı derecede ısrarcı davranıyorlar. Bir şeyler yiyip içmek istedik fakat en turistik kafelerde bile hijyen son derece zayıftı. Yanınıza yaklaşan her satıcı ‘Yavaş yavaş! Hasan Şaş!’ diyerek söze giriyor. Sizi böyle etkileyebileceklerine olan inançlarından hiç vaz geçmiyorlar.
Çarşının hemen yakınındaki El Ezher camisine girdik. İçeride sarıklı cüppeli bir hoca U sistemine göre taburelere oturtulmuş (elbette başörtülü) sanırım sekiz kız öğrenciden oluşan bir gruba ders veriyordu. Onların hemen yanında ise yine aynı şekilde başka bir grup vardı. Onların da yanında aynı sistemde daha başka pek çok grup bu şekilde bu büyük külliyede ders görüyorlardı. Sanırım sınıf sistemini reddeden bir eğitim mekânı kurgulamışlardı. Ortamda ise dersten çok bir uğultu hakimdi. Girişteki tripotlu kamera ise sanki o anda orada bir canlı yayın varmış görüntüsü veriyordu. Uzakdoğulu Müslüman ülkelerden gelen pek çok ziyaretçisi vardı El Ezher’in.
El Ezher ilahiyat alanında dünyada pek meşhur olan bir üniversitedir. Anımsayacağınız gibi ‘Ekmek İçin Ekmelettin!’ de orada okumuş ve siyasi hayatımıza şöyle bir girip çıkmıştı! El Ezher’den sonra papirüs yapımını izlemek üzere yeniden yola düştük.
Papirüsün kültür hayatımızdaki yeri tartışılamazdır. Çünkü neticede insanlığın en eski bilgi hazinesi neredeyse papirüslerdeydi. Onlar bu kadar dayanıklı olmasaydı geçmişi bu kadar iyi anlama şansımız olmayabilirdi. Doğal bir papirüsün 3000 yıla kadar dayandığı dikkate alınırsa bir papirüsün nasıl imal edildiğini görmek bizim için de hayli ilginç olacaktı. Böyle bir mekânda hem nasıl yapıldığını öğrendik hem de papirüsler satın aldık.
Akşam yine Nil de bir kayıkta dansözlü bir akşam yemeğiyle Kahire’deki turumuzu bitirmiş olduk.
RAMSES’İN PASAPORTU
Kahire’den ayrılıp Sharm el Sheikh’e gitmek üzre sabah erkenden yola çıktık. Rıfat Kahire’de ayrıldı bizden. Batu ve koruma polisimiz ve diğer 3 otobüs aynı anda yola çıkıyoruz.
Nil’in diğer tarafına doğru gidiyoruz, Heliopolis’ten geçiyoruz. Burası Mısır Burjuvazisinin ve devletin bakanlıklarının bulunduğu bölge. Yaşam standartları Batı’daki kadar modern görünüyor. Yolumuz uzun. Yaklaşık 6 saat kara yolu ile Sina çölünde yol gideceğimizi ve Afrika kıtasından Asya kıtasına geçeceğimizi söylüyor Batu.
Süveyş kanalının altından geçerek Asya kıtasına giriş yapıyoruz. Yolda çeşitli anekdotlar anlatıyor Batu. Bunlardan birisi hayli ilgi çekiciydi.
1974 yılında bir gün Ramses II’nin mumyasının deforme olduğu fark ediliyor. Buna çare aramaya başlayan yetkililer bu konuda hem Mısırlılardan daha bilgili hem de teknik olarak daha ileri olan Fransız bilim insanlarıyla görüşmelere başlıyorlar. Fransız bilim insanları bu konuda inisiyatif almaktan çekinmiyorlar ve resmi düzeyde görüşmeler başlatılıyor. Görüşmeler sonunda Ramses’in Fransa’ya götürülmesine karar veriliyor. Fakat Fransa, bir Hukuk Devleti olmanın gereğini burada tam anlamıyla işletiyor. Gönderilecek olan şey eğer bir ürün olsaydı biz ona irsaliye ve fatura gibi ticari bir evrak düzenlerdik. Fakat gönderilecek olan şey ticari bir ürün değil ve canlı ya da cansız bir hayvan da değil! Gönderilecek olan şey ölmüş de olsa sonuçta bir insan. Ülkeye dışarıdan gelecek olan herkesin bir pasaportu olmak zorundadır, o halde Ramses’ e de bir pasaport gereklidir deniyor. Ölü de olsa pasaport şartı makul görünüyor ve hemen Ramses’e bir pasaport çıkartılıyor. Fakat bu kez de pasaporttaki ‘Mesleği’ kısmı hukuk sisteminin başına bela oluyor. Çünkü mesleği kısmına bir şey yazmak zorundalar. Boş bıraksalar Ramses’in aziz hatırasını ve Mısır tarihinin onurunu zedelemiş olacaklar. Boş bırakmasalar oraya ‘Kral’ yazmak zorunda kalacaklar ki zaten geçmişte yaşamış bir Kral! Kral yazmaları durumunda da yeni bir sorun peydahlanıyor! Çünkü bu durumda da ülkeyi ziyarete gelen yabancı devlet başkanları ve krallara uygulanan devlet protokolünün ve töreninin uygulanması zorunluluğu ortaya çıkıyor. Yani sizin anlayacağınız hukuk paçanızdan yakalıyor ve artık bırakmıyor sizi! Hukuku bir kere çiğnediğinizde başkaları için de çiğnemenin yolunu açmış olursunuz. (Bu konuda bakınız Türkiye. Örneğin Can Atalay davası vs.) Fransa ise böyle bir şeye müsaade etmektense her şeyi doğru dürüst uygulayarak sonuca varıyor. Ramses II’nin pasaportu çıkarılıyor. Bu pasaport sayesinde ölümünden binlerce yıl sonra devlet töreniyle Fransa’ya giriş yapıyor Ramses (1974). Çürümeye karşı gerekli tedbirler alınarak yıllar sonra tekrar Mısır’a devlet töreniyle dönüş yaptırılıyor (1981). İnternette bu konu ile ilgili pek çok yazı ve videoya ulaşmak mümkündür.
BEDEVİ GECESİ
Sina çölünde yol boyunca neredeyse her saat başı bir askeri kontrol noktasına varıyorsunuz. Evraklarınızı inceliyorlar. Otobüsleri X-Ray taramasına sokuyorlar.
Batu 25-30 yıl kadar önce İtalyan bir turist grubunun Bedeviler tarafından dağa kaçırılıp alıkonduğunu anlatıyor. Turistler Bedevilerden şikayetçi olmamışlar. Şikayetçi olmak şöyle dursun eğlenceli bile bulmuşlar bu durumu. Çünkü kendilerine iyi davranıldığını ve hatta Bedevilere özgü çadır eğlenceleri bile düzenlendiğini söylemişler. Bu olayda hiç kimse zarar görmemiş olsa bile belli ki ülkenin turizm gelirlerinin baltalanması ihtimalini hiç kimse göze alamamış. Çünkü etrafta olağan üstü hal tedbirleri hala devam ediyor.
Turizmin Mısır için Nil kadar hayati bir gelir kaynağı olduğunu düşündüğümüzde korkunun büyüklüğünü anlamak mümkün oluyor. Mısır güvenlik güçleri hiç kimseyi rahatsız etmeden kontrolü sıkı tuttuklarını da göstermiş oluyorlar. Çöl boyunca hiçbir yaşam belirtisi olmadan ilerliyorsunuz. Dudaklarınızın dokusu çöl havasının etkisinde tuhaf bir katmanla örtülüyor sanki.
SHARM el-SHEİKH
Sonunda akşam üstü Sharm el Sheikh’e varıyoruz. Sharme etrafı 6 metrelik duvarlarla çevrili iki tane giriş noktası olduğu söylenen izole bir kent görünümünde. Zenginlik kendini hemen hissettiriyor burada. Her şey çok düzgün ve pahalı görünüyor. Kentin girişinde barış temalı bir anıtın olduğu yerde fotoğraflar çekiyoruz. Daha sonra da kent merkezinde yaya olarak hızlıca şöyle bir tur atıp geri geliyoruz. Zaten kent merkezi bir avuç yer, bitirmesi çok kolay oluyor. Çölde deve yolculuğu ve atv ile safari gezisi için poşu satın alıyoruz. Burası tipik bir tatil kenti. Bütün her şey tatil için düzenlenmiş. Ülkenin resmi dininin 6 metrelik duvarların arkasında çölde kaldığını söyleyebiliriz. Zira insanlar mayolu da dolaşabiliyor burada. Hava zaten sıcak. Bizim için kış vakti olmasına rağmen burada gündüz sıcaklığı 22- 27 derece dolayında. Gece hayatı ise gayet canlı. Casinolara, cluplara ilgi yoğun.
Denize sıfır ve gerçek bir dört yıldızlı resort otele yerleşiyoruz. Odamız deniz manzaralı.
Sabah deve yolculuğu, atv ile safari gezisi, çölde vaha ziyareti ve akşam üstü deniz keyfi için 1,5 saat uzaklıktaki Dahab’a doğru yola çıkıyoruz. Dahab, Sina yarımadasının Basra Körfezi tarafında bir kent. Etkinlikler planlandığı gibi birbiri ardına uygulanıyor. Hemen akşam oluveriyor, günün nasıl bittiğini anlamıyoruz bile. Fakat çölde deve sırtında yolculuk yapmak işi hiç bana göre bir şey değilmiş, bunu gayet iyi anlıyorum! Gençler ise çok eğleniyorlar. Gün sonunda hava rüzgârlı olsa da denize girmek herkese çok iyi geliyor.
Ertesi gün Sharm’a yarım saat uzaklıktaki Ras Mohammed’e gidiyoruz. Ras Mohammed Sina çölünün ucunda bir kent. Tekne gezintileri ve su altı dalış deneyimlerinin organizasyonu burada yapılıyor. Yüzlerce tur teknesi peş peşe denize açılıyorlar. Dalgıçlar misafirlerine su altına dalmanın altın kurallarını öğretiyorlar. Misafirler su altındayken başka bir dalgıç da onların videolarını ve fotoğraflarını çekmek üzere hazırlık yapıyor. Her şey planlı ve organize görünüyor. Hataya mahal verilmiyor. Titiz ve sert davranabiliyorlar. Dalgıçlar neredeyse gün boyu su içindeler. Esen rüzgâr onları üşütmüş görünüyor. Dudaklar ve eller mosmor çünkü. Yüzülebilecek kadar sıcak bir suda da olsanız sonuçta yaz mevsiminde değiliz. Tekne turu ve yüzmek için ayrıca para alınmıyor bizden fakat su altına dalmak ve de su altında fotoğraf ve videolar çektirmek istiyorsanız bu durumda ekstra ücret ödemeniz gerekiyor. Dalmak 20 Dolar, fotoğraf ve videolar ise 25 Dolar bunların bizimle bir ilgisi yok diyor Batu. Dalgıçların gün boyu yalnızca 3 dolara çalıştıklarını öğreniyoruz. Sen işçisin, işçi kal, diyorum içimden.
Su altına dalamasam da bu kış gününde denizin ortasında masmavi pırıl, pırıl bir suda yüzdüm. Ölsem de gam yemem denilecek kadar güzel bir suydu bu. Düşünsenize kıyıdan hayli uzakta denizin ortasında derin bir yerdesiniz. Kayıktan atlayıp 20-30 metre yüzüyorsunuz ve sonra da denizin içinde kumluk bir tepeye çıkıyorsunuz. Su burada birden ayak bileklerinize geliyor. İnanılmaz değil mi! Bir yandan rüzgâr esiyor, ürperiyorsunuz. Suyun içinde dört beş metre yürüyorsunuz, avuç içi kadar bir kısımda, suyun çıkamadığı bir bölgede, bir şeritte, penguenler gibi yan yana dizilip bekleşiyorsunuz. Eğer orada beklerken üşürseniz suya geri dalıyorsunuz. Sizce de ilginç değil mi? Gerçekten muhteşem bir deneyimdi bu.
Ertesi gün otelden ayrılıyoruz. Havaalanına gitmeden önce yarı denizaltı gezisi için Port Muhammed’e gidiyoruz.
Yarı denizaltıdayız. Bir süre yol aldıktan sonra güverteden alt kata inmemizi istiyorlar. İniyoruz. Akvaryumun içindeymişiz gibi birden balıkların arasındayız. Su öyle berrak ki her şey çok net görülüyor. Orkinos yavruları, kılıç balıkları, melek balığı, orfoz, vatoz daha neler, neler. Hepsi yanınızda gibi dolaşıyorlar. Hayretler içinde seyrediyorsunuz suyun altını. Arazi suyun dışı gibi kâh düzlük kâh çukur. Balıklar deseniz hepsi kendi halindeler fakat denize düşeni de yemeyi hiç ihmal etmiyorlar. Belki de bize nazire olsun diye ‘Denize babam düşse yerim’ diyorlardır.
Sonuç olarak dostlarım, kültür gezisi yerine eğlence ve dinlence arayanlar için özellikle de deniz tutkunları için Kızıldeniz çok güzel bir tercih olur derim ve bunu olanağı olan herkese de tavsiye edebilirim.
6 gün kaldığımız Mısır’da Luxor ve İskenderiye gibi önemli merkezleri görememiş olmanın hüznüyle Mısır’dan ayrıldık. İGA’da bıraktığımız soğuğun bizi karşılayacağını tahmin ediyorduk elbette.
Fakat ne yalan söyleyeyim hemen özlemişim memleketimin yağmurunu, rüzgarını, soğuğunu bile!
(Not: Batu’nun Mısır hakkındaki önerilerini de paylaşmak istiyorum sizlerle)
Kitap: 1. Mısır’ın Ölüler Kitabı- Peter le Page Renoni
2. Mısır Mitolojisi – Geraldine Pinch
Film: 1. Stargate
2. Mısır Tanrıları
3. Cleopatra
Bilgisayar Oyunu Sevenlere: Assassin’s Creed Origins