Çoğu zaman ağzımızdan kolayca çıkıveren bir sözdür o. Genellikle de üstünde eni konu düşünülmemiş bir söz. Bütün tanıdıklarıma soruyorum “Nedir mutluluk?” diye. Aldığım cevaplar mutluluğu tanımlamaktan çok uzak. Dile getirilenlerin büyük bir bölümü mutluluğun ne olmadığına dair ifadelerle dolu.
İlk çağlardan beri insanlar mutluluğun üstünde düşünmüş olsalar da ortak bir mutluluk tanımı yaratamamışlardır. Thales, mutluluğun, sağlık, zenginlik ve bilgi ile ilgisinin olduğunu savunurken, Epiküros ise bilgelik, onur ve dürüstlük ile ilgisinin olduğuna vurgu yapmıştır. Sokratesçi okullardan Kyrene okulunun kurucusu olan Kyrene’li Aristippos ise felsefe tarihine Hazcı olarak geçmiştir.
Felsefe tarihine biraz dikkatli bakıldığında mutluluk ile hazcılık veya mutluluk ile mutçuluk (1) hep birbirine denklenen kavramlar olarak ele alınmıştır. Mutluluğun net bir tanımı yapılamamıştır. Kimine göre yaşamın “amacı” kimine göre “en iyi ve en yüce” ile ilgili, kimine göre “doğruyu izleyen zihinsel etkinliğin sonucu”. Kimine göre de başkalarını avutup kandırmanın en önemli yolu.
Doğrusu ben burada bu görüşleri dikkate almaksızın kendi anlayışımı sergilemeye çalışacağım. Niyetim şunu veya bunu eleştirmekten öte bana özgü bir mutluluk anlayışını geliştirebilmektir. Varacağım noktada kimlerle uyuşup kimlerle uyuşmayacağımın kaygısını çekmiyorum doğrusu. Bu nedenle düşünce deneyimin sonuna dek gitmek, vardığım yerde de bulunmak istiyorum. Amacım yalnızca toplumsala katkılı olmakla açıklanamaz, bu tali bir neden olarak ele alınabilir. Esas amacım evrenseli kendi öznelliğimden hareketle boyutlandırmak ve son süreçte evrensele katkılı olmaktır.
Mutluluğun neliğini anlatmaya geçmeden önce mutluluk ile ilgili birkaç soru sormak istiyorum.
Mutluluk var mıdır? Var olan her şey bir yerde olduğuna göre mutluluk nerededir? (Zenon’un uzay ile ilgili sorduğu soruyu hatırlayınız)
Hayvanlar, akıl hastaları ve bebekler hiç mutlu olmadıklarına göre hep mutsuz mudurlar?
Mutluluk neden hep-Tanrının tanımlanışında olduğu gibi- bir belirsizlikle tanımlanıyor?
Cennette mutluluk var mıdır? Mutluluğun olmadığı bir Cennetten söz etmek olası mıdır?
Bu ve benzer soruları çoğaltmak mümkündür. Konuya alışmak, ana sorunları tartışmaya geçebilmek için bu sorular üzerinde üç beş dakika kafa yormayı öneririm.
Elime geçen birçok kaynakta mutluluk hazza dayandırılmış ve bir duygulanım olarak tanımlanmıştır. Haz Arapça bir kelimedir. Türkçe açıklaması ise bir başka Arapça kelimeyle “zevk” ile açıklanmaya çalışılmıştır. Oysa zararsız gibi görünen bu tür yanlışlıkların altında gerek bilgibilimsel (epistemoloji) gerekse bilgikuramsal(teori) açıdan birçok tehlike söz konusudur.
Mutluluğun haz ve zevk ile ilgisinin olduğu doğrudur. Ancak ilk başta görülmesi gereken şey hazzın ve zevkin aynı olmadıklarıdır.
“Haz hoşluk duygusuyla açıklanabilir. Lalande ‘haz’zı şöyle tanımlar: ‘Temel duygu tiplerinden biri. Onun tanımlanıp tanımlanmayacağı sorunu tartışmalıdır. Lalande’a göre onu sevinçle ya da mutlulukla karıştırmamak gerekir. (Lalande’a katılmakla birlikte zevk ile de karıştırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Benim notum) Hazzı acının karşıtı olarak düşünmek olasıdır. Hazzın tanımına en uygun olacak kavramın ‘hoş’ kavramı olduğu söylenebilir.” (2)
Zevk ise hazzın bilinçle, tercih edilmiş bir üst ve yetkin halidir. Bu yönüyle hazzın kendiliğindenci yanının birey tarafından reddi söz konusudur. Yani her haz bireysel edimliliğin ürünü olmayabilir ancak her zevk bireysel bir edimliliğin ürünüdür. Ve bu bir zorunluluktur.
Bu küçük açıklamadan sonra mutluluğu tanımlamak daha kolay bir hale geldi. Buna göre mutluluk: aklın, zevklere ve hazlara dayandırdığı bir yansımadan başka bir şey olamaz.
Somut ve soyut olan her şey hazzın ve zevkin kaynağı olabilir. Bunun sonu yoktur. Bu nedenle gerek haz gerek zevk kaynaklarının sonsuz çeşitliliği, insanın duygusal, düşünsel ve eylemsel yetilerinin yetersizliği yüzünden, bilinçte herhangi bir belirlenimin ya da sezginin oluşmasına olanak vermez. Bu da nesnesi haz ve zevk olan mutluluğun bir bilgi değil bir düşünce olduğunun göstergesidir (3)
Her bilgi doğru yargılardan oluşmak zorundadır. Çünkü doğruluk bilginin niteliğidir. Oysa her düşünce içinde yalnızca doğru yargıları barındırmaz. Bu yüzden her bilgi herkes için geçerli olabilme ihtimalini varlığında taşırken, her düşüncenin herkes tarafından kabul görmesi olanak dışı olduğu kadar düşüncenin varlığına da aykırıdır.
Bilgi gerçekliğin ve toplumsallığın bilgisidir. Düşünce ise bilginin, bireysel bilincin süzgeçlerinde elenmiş halidir. Bilginin olduğu yerde herşey aydınlıktadır. Oysa herşeyin aydınlıkta ve bilindiği bir yerde hiçbir olay, olgu ve nesne söz konusu değildir. Ancak bir düşünce biçimi olarak mutluluğun kendisi sıradışı olmalıdır. Hoşluk duygusu sonsuz bir süreklilik içeremez. Eğer böyle olursa hoş olmayanı hoş olandan ayırmak imkansızlaşır. Bu nedenle hoşluk yaratan sebeplere bağlı olarak hoşluk duygusu, var olanın dışında olmak zorundadır. Yani sıradışılık hoş olabilmenin ön koşuludur. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan birisi de şudur. Her sıradışı olan hoş değildir. Sorun böyle algılanırsa çok önemli bir hata yapılmış olur.
Modern ruhbilim hayvanların da haz duyduğunu ispatlamıştır. Buna karşılık mutlu olabilen tek bir hayvan söz konusu değildir. Akıl hastaları ve bebekler için aynı durum geçerlidir. Yine aynı şekilde hayvanların, bebeklerin ve akıl hastalarının zevklerinden de bahsetmek olası değildir.
O halde haz alabilmek için içgüdüsel bir bilinç ve bir de duyumsama yetisinin varlığı yeterli görünmektedir. Oysa gerek zevk alabilmek için gerek mutlu olabilmek için kavramsal düşünme yöntemini edinmiş olmak gerekli ve zorunludur. Daha da ileri gidersek zevk alınmaksızın mutlu olmak hemen hemen imkansızdır.
Haz da zevk de birer hoşlanma duygusudur. İkisinin arasındaki bu ortak yan çoğu zaman onları aynı şeylermiş gibi ele almamızı sağlar. Aynı hataya 1997 yılında Milliyet Yayınları tarafından basılmış Türk Dil Kurumu (TDK) ‘Okul Sözlüğü’nde de düşülmüş. Dilimize Arapça’dan girme haz kelimesi bakın nasıl başka bir Arapça kelime olan zevk kelimesi ile sözüm ona Türkçeleştirilmiş.
“Haz: is.Ar.1. hoşa giden duygulanma, hoşlanma, zevk duyma.
2. Bir şeyden duygusal veya manevi sevinç duyma.
Psikol. Sürdürülmesi istenen ılımlı ve doygunluk veren coşku.” (4)
Lalande’ın haz ve sevincin sık sık karıştırıldığına dair yaptığı uyarıya verilebilecek en iyi örneklerden biridir bu tanım. Daha kötü olanı ise hem Arapça bir kavram olan zevk ile hazzın Türkçeleştirildiği sanılmış hem de zevk ve haz arasındaki ayrılık gözetilmeden baştan savma davranılmıştır. Aynı özensizlik işin içine ‘coşku’yu katarak da gösterilmiştir.
Oysa haz içgüdüsel bilincin duyusal hoşlantısıdır. Zevk için aynı tanımı yapmak olası değildir. Buna göre zevk tercihli (ayırdedilmiş) hoşlantıdır. Yani baştan bilinçli bir edimin sonucudur.
Bu nedenle mutluluğu hazdan ziyade zevk belirler. Zevk, hoşlantının seçilebilirliği ise mutluluk da hoşlantının seçilebilirliğinin bilince çıkarılması, kavranılmasıdır. Bu yüzden her bilinç mutlu olabilmek için zevklerine yönelir. Bilinç zevklerine yöneldikçe onları sıradanlaştırır, alışkanlık ya da bağımlılık düzeyine indirger. Bu sayede eski zevklerini yenilerini edinmek üzere yadsır, onları yenileriyle değiştirir. Her hazzın zevke yükselmesi söz konusu değildir. Ancak her zevkin mutlaka içgüdüsel hazza, alışkanlığa ve oradan da bağımlılığa indirgenmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle mutluluk elde edilmekten çok kaybedilmemesi gereken yetkin bir hoşlantıdır.
İnsanlar Thales’ten bu yana mutluluk ve bilgi arasındaki ilişkiyi açıklanmaya değer görmüşlerdir. Gerçekten de böyle bir ilişki vardır ve açıklanmalıdır.
Bilinç bilginin doğrudan bilindiği yerdir. Bu yönüyle bilincin bilgi üzerinde bir etkinliğinin olduğu düşünülse de gerçekte anlatılmak istenen bilginin bilinçte bulunduğudur. Yani bilinç bilgililiğin sonucudur. O kendini kendi dışıyla farkına varır. Kendi dışını ise kendi ile anlamlandırır. Bilgiyle yan yana durup bilgiyi kavramaya çalışır. Bu yüzden aynı anda hem etkin hem edilgin devim yalnızca bilince mahsus bir özelliktir. Bilincin bu yapısı denizi kavramaya çalışan akvaryuma benzetilebilir. Bilincin bu çelişik birliği onu kendi dışına çıkmaya zorlar. Onun kendi dışına çıkması gerçekliğin henüz bilinmeyen bir başka boyutuna geçiş anlamını taşır.
Bilgi gerçek olanın bütünsel izlenimidir. Bu yönüyle gerçekliğin dışlaşmış özüdür. Bilgisiz bir bilinç ruhsuz bir beden gibidir, o yalnızca bir ölüdür. Bilinçsiz bilgi ise saçmadır, o bu dünyada değil ruhlar aleminde gereklidir. Bilgi bir ‘kendinde varlık’ değildir. O nesnenin bilgisidir ve bu nedenle hep nesneye bağımlıdır. Bilinç onu kendi öznel koşullarını gözeterek nesneden koparır ve kendinin yapar. Bu yanıyla da o hep bir bilinç içindir.
Bilinmeyenlerin birliğidir doğa. İnsan bu büyük bilinmezlik içinde küçük bir bilinmezdir. Bilinmeyenden bilinmeyenin niteliği oranında bir belirsizlik doğar. Belirsizlik ise insanı güvensiz ve güçsüz kılar. Güvensiz ve güçsüz olanın yalnızca ve yalnızca vahşileşerek hayatta kalması söz konusu edilebilir. Günümüz insanı Homo Sapiens Sapiens primat grubunun üyesidir. En önemli özelliği ‘bilme’dir. Bilme özelliğinin özü yaratma (birleştirme ve dağıtma) ile açıklanabilir. Bilinemeyen gerçekliği bilinebilir hale getirme çabası insanlaşma çabası olarak kabul edilmelidir. İnsan bildikçe (ve dolayısıyla da yarattıkça) nesnelerin hem özündeki hem de biçimindeki bilinemezliğin ortadan kalktığını keşfeder ve buna sevinir. Çünkü bunu başarı olarak kabul eder, bu sayede kendine güvenir ve güçlü olduğunu duyumsar. Bilinemezliği bilinebilirliğe çevirmek bilimin görevi olduğu kadar sanatın da görevidir. Bilim bilinemezliği bilgiyle aşmak isterken sanat da düşünce ile aşabilmenin yolunu arar. İster bilim ister sanat olsun yarar gözetir oyunlar olarak ele alınabilirler. Estetik haz (hoşlantı) ve içgüdüsel bilincin duyusal hazzı (hoşlantısı) işte tam bu noktada birbirlerinden ayrılır.
Her oyun hazza (hoşlantıya) ulaşmak için oynanır. Çocuk oyunu ile büyük oyunu arasındaki en temel fark yarargözetirlik ilkesinde kendini gösterir. Çocuklar oyunlarını haz almayı düşünmeden ve hiçbir yarar gözetmeden oynar ve haz alırlar. Bu sayede tanıma ve öğrenme yetilerini geliştirirler. Hoşlantının en duyusal boyutu çocuk oyununda ortaya çıkar. Oyunları hiçbir kurala dayanmadığı için (daha çok imgesel olduğu için) asla tekrara, sıkıcılığa düşmezler. Var olanı yok edemeseler de ‘yoktan var etmek’ yalnızca çocukluğa mahsustur. Eldeki metal kaşığı bir buldozere dönüştürmek olsa olsa bir çocuğun işidir. (Onlar yoktan var etmeyi yalnızca oyun sırasında yaparlar ama akıl hastaları bunu bir ömür boyu yapar) Bu nedenle çocuklar oyununun zorunlu sonucu olarak haz duyarlar.
Yetişkinler ise yaşamlarını yaşanır hale getirebilmek için istenir olan hoşlantıyı elde etmenin- elde edebilmiş olmanın- mücadelesini verirler. Acı veren, hoş olmayan hiçbir iş -gönüllü ya da gönülsüz- sonsuza dek sürdürülemez. Bunun tersi de doğrudur. Ama hiç değilse tersi, yani haz verici her iş sonsuza ulaştırılamasa da sonsuza dek sürdürülmek istenir. Bu nedenle yetişkinlerin yaşamı oyunlaştırma eğilimleri çocukluklarından gelir. Hayatı, benlik için katlanılabilir ve uyarlı gösteren şeylerin altında işte bu doğuştan oyunculuk yetisi yatar.
“…… gibi yapmak” yalnızca insan marifetidir. Çocuklar oyunun içindeyken de dışındayken de hep kendileri olarak kalırlar. Ancak yetişkinler her iki koşulda da kendileri olmakta zorlanırlar. Günlük yaşamda sorumluluk ödev, görev gibi kısıtlamaların baskısı altında kendi gibi kalabilmek ve bu baskıya rağmen haz duyabilmek hemen hemen olanak dışıdır. Bu yüzden oyun bu tür kısıtlamaların olmadığı bir tür özgürlük alanının sezgisini duyurur. Genel anlamda oyun böyle olsa da yetişkinler oyunlarına ödevi, görevi, sorumluluğu çağrıştıran yeni kurallar koyarak yaşamlarına benzetirler. Bu nedenle yetişkinlerin oyunu içinden çıkılabilir bir ussallıktadır. Sınırları onu sonlandırılabilir kılar. Bu sayede, yaşama; yani ödev, görev ve sorumluluklarına geri dönebilmeleri mümkün hale gelir. Yetişkinlerin oyunu tıpkı yaşamlarındaki hedeflerine benzer hedeflerle sözüm ona cazipleştirilir. Hayatın en önemli kuralı olan hep kazanarak hayatta kalma kuralı oyunda da başarının ve başarmanın tek ölçütü haline getirilir. Bu nedenle oyunda kazanabilmenin hayatta da kazanabiliyor olmakla desteklendiğini görürüz. Günlük yaşamda iyi kazanan birinin oyunda da iyi kazanacağını düşünmesi, kendine güven duygusunun pekiştirilmesi anlamını taşıdığını, bunun da oyunun yarısını daha baştan kazanmış olmak anlamına geldiğini görmek gerekir. Buna göre haz, kazanmanın bedeli sayılır. Bu oyunda en yoğun haz duyan kişi hep kazanandır.
Haz duymak yaşamın amacı olmasa da yaşamdan hiç eksik olmaması istenen bir olgudur. Yabancılaşma duygusunun doğrudan değilse de dolaylı nedenidir.
Estetik haz kavramı sanatsal duyarlılığımızla açıklanabilir bir kavramdır. Sanat tıpkı küçüklerin oyununda olduğu gibi kazananın ve kaybedenin bulunmadığı, hazzın bedelleştirilmediği bir oyundur. Bu yetkinleştirilmiş oyun, yetkin bir bilinci ve yaratıyı zorunlu kılar. Bu nedenle sanatçının hazzı onun (yani sanatçının) yaratma sürecinin doğal bir parçasıdır.
Bu parça eserin sonlanması ile doruğa ulaşır. Yani sanatçı öznelliği evrenselleştirerek yaratmanın estetik hazzını duyarken sanat eserinin izleyicisi de yaratılanı öznelleştirerek kavramanın estetik hazzını duyar. Bu yüzden sanatçı ve sanat eserinin izleyicisi arasında ortak bir bilinçten söz etmek mümkündür. Bu ortak bilinç sanat eserinde somutlaşır. Bu nedenle izleyiciye sunulan bir sanat eseri artık ne tek başına sanatçınındır ne de tek başına bir izleyicinin, o insanlığın -beğenelim ya da beğenmeyelim- ortak değeridir.
Hazzı içgüdüsel bilincin duyusal hoşlantısı olarak tanımlamıştık. Bu genel tanıma karşılık estetik haz içgüdüsellikten kurtulmuş bir bilincin duyusal hazzıdır. Yani bilinçli bir duyusal hazdır. Bu yönüyle zevk ile karıştırılmaya son derece elverişlidir. Bir tiyatro oyununu izlemekten onu anlamaktan haz duyabiliriz ve bu haz estetik azdır. Ancak tiyatro oyunları içinde komedi türünü tercih ediyor olmak veya filan komedyenin rol aldığı oyunu diğerlerine tercih etmek estetik zevk ile açıklanabilir. Estetik haz daha çok anlamaya ve çözümlemeye yönelik bir sinirsellik süreci ile oluşurken estetik zevk, bu sinirselliğin üzerinde yükselen, gittikçe benliğe ait kılınan ve bu yönüyle de kişisel niteliklerimiz açısından ayırt edici ve ayırt ettirici bir hoşlantıdır. Daha kolay söylemek gerekirse; estetik zevk beğeniyi içkinleştirmiş hoşlantıdır diyebiliriz.
Estetik haz ve estetik zevk, estetik bilgisi olmadan söz konusu yapılamaz. Bir yerde estetik hazdan ve estetik zevkten bahsedilmişse o zaman o yerde önceden belirlenmiş bir güzelden de bahsedilmelidir. Estetik bilgisi olmayanın ‘güzel’inden, estetik zevkinden ve de estetik hazzından bahsetmek olası değildir.
Hemen belirtmek gerekir ki; yalnızca, uyarlı ve anlamlı olan güzel olmaya yatkındır. Yani kendi başına, insansız bir güzelden bahsedilemez. Güzele güzel olma şansını biz olgusallığı düzenlemeye çalışırken veririz.
Bilim olgular araştırmasıdır. Olgular düzenlenmedikçe ussallaşamaz. Yalnızca düzenlenmiş olgular insan için anlamlı olabilir. Uyarlı ve anlamlı olan iyi ve yararlı olmak zorunda olmasa da en başta güzel olmaya yatkındır. Yani bilim ‘güzel’i yaratmaz, güzelin güzel olma yatkınlığını yaratır. Bilim nesnenin gizemli yönlerini ve yönelimlerini araştırıp bulmak zorundadır. Sonuçta her zarardan yararlananlar olabileceği gibi her yarardan da zararlı çıkanlar olabilir. Böyle bir sorun olguların düzenini anlamaya çalışan bilimin ve bilim adamlarının sorunu olamaz. O genel bir yararı gözetir. Bunu kimin kullanıp kullanmayacağı konusunda fikir yürütmez. A. Nobel TNT’yi bulmak için girdiği laboratuvarda hesaplayamadığı bir patlama yüzünden kardeşini kaybetti. Bu kazada kendisi de ağır yaralanmış olmasına rağmen araştırmalarından vazgeçmedi. Daha da önemlisi bu buluşun bir silaha dönüştürülmesi ihtimalini bilmesine karşın onun yıkıcı gücünü açıkladı. Çünkü genel yarar olguların düzenlenmesindeydi.
Burada bilimin yarargözetir oyun olarak ele alınmasındaki ısrarım bu genel yarara dikkat çekmek içindi. Daha doğrusu -bütün yıkıcılığına rağmen- gerçeği bulabilmiş olmanın kazandırdığı ayrıcalığın hazzına ve zevkine hatta mutluluğuna dikkat çekebilmek içindi. Bu yüzden bilim de sanat gibi bitmez bir araştırmadır. Sonuçları iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, yararlıyı-zararlıyı tartışmaya açar. Onların yeniden tanımlanmasına yardım eder. Olgusallığı düzenledikçe gerçeği aklın sınırları içine çekebilir. Asla güzel, iyi ve yararlı olandan etkilenmez. O güzelliğin varlık nedeni çirkinlikten, kötü ve zararlıdan etkilenir. Güzel olan uyarlı, anlamlı ve dingindir. Oysa çirkin olan çelişkisini kusar, haykırır, rahatsız edip yeniliğe zorlar. Bu nedenle çirkin olanın gerçeği açıktadır. İnsanı rahatsız eden bu gerçeğin örtülememesidir. İnsanın örtülü duranı güzel zannetme eğilimi o zamana kadar ‘güzel’in hep örtülü durmasıyla açıklanabilir. Bu yüzden kimi dinler çıplak olanı çirkin sayar. Gerçeği örterek aynı zamanda ahlaki bir anlam da yükledikleri güzeli yarattıklarına inanırlar. Güzeldeki gizemlilik ona (yani güzele) edilgin bir bilinçle bakıyor olmanın sonucudur. Bu nedenle giz ve güzel arasında sık sık yanlış ilişkilendirmelere de rastlamak mümkündür. Oysa güzel onu gördüğümüz ‘an’daki bilincimizin değer yargısıdır. Bu yüzden hiçbir güzel ait olduğu bilince sadık kalamaz. Her çirkin doğruların yığıntısıdır ama her güzel bu yığıntının bozulmuş halidir. Çirkin bizi ussal kılar güzel ise düşsel kılar. Çirkin aşılması gereken, güzel varılmak istenendir.
Yaşam insan bilinci karşısında çözülmesi olanak dışı bir karmaşa gibi durur. İnsanın bu karmaşayı gördükçe bilmekten ve öğrenmekten vazgeçesi gelir. Çoğunluk bu noktada inan’a yönelse de öğrenmeye devam edenler yok değildir.
Yaşamın bütünsel izlenimlerini bilmedikçe onu basitleyebilmek mümkün görünmez. Bu nedenle bilmek yaşamak için şarttır. İnsan bilmekle sadece yaşamını güvence altına almış olmaz. Bundan daha da önemlisi ona (yaşama) kendi bilinçli gücünü (iradesini) dayatarak onu çözer ve kendisini onun karşısında görece bağımsız bir konuma yükseltir. Yani bilmek özgürleştirirken özgürlük ise daha fazla bilebiliyor olmanın koşullarını yaratır. Bildikçe özgürleştiğini gören insan artık ne bilmenin ne de özgürleşmenin gerisinde bir yaşamı kabullenemez. Bilmeyi ve özgürleşmeyi kendi niteliğine dahil eder. Bu yüzden insan için özgürlük dışı bir yaşam söz konusu bile edilemez. Zaten düşüncenin ve bilmenin (eylem bilmenin bir parçasıdır) özgür olmadığı bir toplumda insanların insanlığı tartışma götürür. Çünkü İnsanın insan olma özelliğini (bilinçli, amaçlı ve özgür olma özelliklerini) elinden alırsanız geriye insan pöstekisi giymiş ehli bir hayvan kalır. Bu yüzden insanın özgürlüğünü elinden almaya kalkışmak ne ölçüde gayri ahlaki ise genel anlamda insanın böyle bir şeye sessiz kalması da o ölçüde akıl dışıdır. Onun içindir ki özgürlüksüz toplumlarda insanlar istedikleri gerçekliği yaratamamanın etkisiyle hep mutsuzluktan şikayet ederler.
Maddenin bilinemezliğinin üstüne bir de insan yapısı rejimsel bir baskı koyduğunuzda birbirine bağlı olarak gerçekliğin, bilmenin, özgürlüğün, özgürlük içindeki amacın, güzelin ve mutluluğun kavramsal özünü yitirmekle -anlayamamakla- karşı karşıya kalırız ki; bu da genel olarak insanın, asla efendileşemeyecek şekilde kendi kendine köleleştirilmesi ihtimalini olanaklı hale getirir. Zaten özgürlüksüz toplumların en modern ve en tehlikelisi olan Kapitalist-Emperyalist toplum biçiminin insanı böyle bir davranış bozukluğunun pençesinde kıvranmaktadır. Bu yüzden uygar insanın özü bu çelişkinin üzerine kurulu evrensel bilinemezliğe açılan ülküsel savaşın ürünüdür. Bu savaş barış gerektirmeyen savaştır. En önemlisi de hayat kurtarmadan ziyade ‘hayatı kurtarma’ya yönelik tek iyi savaştır.
Tek başına ne bilmek ne de özgür olabilmek olası değildir. Hem bilmek için hem de özgürlük için toplumsallık zorunludur. Zaten toplumsallık insanın doğasındadır. Toplu yaşama toplumsallığın özüdür. Toplumsallaşabilmiş tek toplu yaşam biçimi insanın oluşturduğu yaşam biçimidir. Bu yaşam biçimi türsel muhtaçlık esasına dayanır. Her insan bir başkasına muhtaçtır. Eksikliği duyulan şeyin toplumsal değeri muhtaçlık ilişkisini bağımlılık ilişkisiyle tamamlar, onu gerçek ve gözlenebilir düzeyde somut kılar. Mülki ve idari bağımlılık diğer bütün bağımlılıkları belirler düzeye gelir. Bu noktadan itibaren toplumsal yaşamın özü dünyaya yeni gelmiş her insan için BAŞTAN BAĞIMLILIK’la açıklanabilir. Birey-toplum ilişkisi parça ve bütün ilişkisi gibi düşünülmelidir. Birey ancak toplum içinde varlaşabilir (Toplum dışı birey sanal’dır) Bu hem varlıkbilimsel hem de yaşambilimsel açıdan bir zorunluluktur. Her birey toplum içinde varlaştığı anda o topluma baştan bağımlıdır. İnsanın baştan bağımlı bir şekilde varlık olarak varlaşması birey olarak da varlaşmasını sağlamaz. İnsan baştan bağımlılıklarından kurtuldukça birey olarak varlaşmaya başlar. (Prekapitalist toplumlarda insanın bireyleşme yatkınlığından, Kapitalist-Emperyalist toplumda biçimsel özgürlüğüne uygun olarak biçimsel bireyleşmesinden, kapitalizm ötesi sınıfsız tam özgür bir toplumda ise tamamen bireyleşmesinden söz edilebilir) Baştan bağımlılık dayatması bireyin kendi olabilmesine engel bir dayatmadır. Daha doğrusu özgün bir birey olarak kalabilmesine engel bir dayatmadır. Oysa kendi kalabilmek bireyin sonsuz ve hiç değişmeyen eğilimidir. (Bu eğilim daha çok varlıkbilimsel bir nedene dayanır. Varlaşmış her nesne sonsuza kadar kendi olarak kalabilmeyi ister. Demir paslandıkça yok olur ama her demir paslanmadan sonsuza kadar kalabilmenin süredurumunu yaşar) Çözümsüz görünen bu paradoks birey ve toplum ilişkisini geliştirici en önemli etken olarak ele alınabilir. Bu paradoksu çözmeye kalkışmak bizi gerçekçi bir tutum almaya zorlar. Çünkü düşsel ve ülküsel yanımız gerçekçi tutumumuzun bir parçasıdır. Hatta her düş ve her ülkü gerçekçi bir ilkeden hareket eder. Bu nedenle E. Che Guevara’nın “Gerçekçi olun, imkansızı gerçekleştirin!” sözü bu anlamda ne kadar doğru ve haklıdır.
İşte özgürlük bu baştan bağımlılığın yıkılmasıyla açıklanabilir. Yıkılanın yerini kendine özgü davranan bireylerin özgün birliktelikleri alır. En özgün birliktelik, birey-toplum karşıtlaşmasının olmadığı, gönüllülüğe dayandırılmış birlikteliktir.
Zorunluluklardan özgürlük, özgürlükten ise en başta özgünlük doğar. Dolayısıyla insan özgürlüğü özgürleşebilmek için ister. Yani bu durumu ‘insanın kendi öz yapısına gelecekte dönüşü’ şeklinde formüle edebiliriz. Bu yüzden insanın kendini gerçek anlamda özgürleştirebilmesi başkalarının özgürleşmiş olup olmadıkları ile doğrudan ilgilidir (Yeryüzündeki en son insan özgürleşinceye kadar hiç kimsenin özgürleşememesi ya da özgürleşmiş sayılmaması bana göre de en tutarlı yaklaşımdır) Böyle bir sorun karşısında ise özgeci olmamak özgürlüğü reddetmektir. Oysa hiçbir ‘ben’ özgürlüğü reddedemez. Çünkü; her ‘ben’in ilk ve çabuk öğrendiği tek şey özgürlüktür.
Özgürlük bilgisi, insanın baştan bağımlılığın içine zorunlu bir şekilde doğuruyor olmasının en olağan sonucudur. O insanda önsel (a priori) değil sonsaldır (a posteriori). İşte mutluluk karşımıza özgeci davranmak zorunda kalan ‘ben’in mutluluğu olarak çıkar. Oysa başkalarını tek tek mutlu edebilmenin gerçek ve belirlenmiş bir sınırı yoktur. Herkesi tek tek mutlu edebilmek tanrısal bir yetkinliği gerektirir. O halde herkesi tek tek mutlu etmek yerine herkesin değilse bile çoğunluğun mutlu olma olağanının bulunduğu bir sistem yaratabilmenin mücadelesini vermek daha akıllıca olur. Böylesi bir mücadele en başta özgeci davranmak zorunda kalan BEN’in mutluluğunu somutlar. BEN başkalarının mutluluğunu gerçekleştiremez. O yalnızca başkalarının mutluluğu için çalışır ve bu sayede mutlu olur. Gökyüzünde uçar ama göğü geçemez. Göğü geçemese de uçabilmek ona mutlu olma şansını verir. Bu durum ilk bakışta bir anlamsızlık gibi görünebilir. Hatta şöyle bir soru bile sorulabilir. ‘Mutlu edemeyeceğini bilen BEN niçin bile bile böyle bir işe kalkışsın. Bu budalalık olmaz mı! Üstelik başkalarının mutluluğunu gerçekleştiremeyeceğini biliyor olmak BEN’in kendi mutluluğunu mutsuzluğa dönüştürmez mi?’ Böyle bir soruya tek bir yanıt verilebilir: ‘Anlamsız görünen bu çelişik durum, duygu ve düşüncenin birbirine karışıyor olmasının sonucudur.’ Demek ki mutluluk denilen yetkin hoşlantı (hoşlantıların hoşlantısı) hem düşünseldir hem duyusaldır.
O istemde değil, istemin gerçekleştirilmesindedir. Yani insan istemekle mutlu olamaz, istediğini gerçekleştirirse mutlu olur. İnsanın isterliğinin sınırı yoktur. Bu nedenle mutluluk son derece özneldir. İnsanın mutlu olduğu an ’metafizik’in ortadan kalktığı ‘an’dır. Yani; insan mutlu olduğu ‘an’da daha önceki istenir olan nesneyi ya da durumu istenir olmanın dışına iter. Mutluluk istenir olanla elde edilebilmiş olanın uyumundadır. Bu nedenle mutluluğun doğasında bir uyarlılık olduğu tasarlanır. Oysa mutluluk uyarlılığın kılgısıdır (Uyarsızlığın mutluluğu intihardır. Uyarsızlıktaki tek uyarlık kendi olmamaktır.) O hem bir öznenin düşüncesidir hem de bir nesnenin özel etkinliği bünyesine kattığı haldeki deviniminin yaydığı hoşlantıdır. İnsan elinin ve aklının değmediği hiçbir nesne mutluluk verici olamaz. Ancak buna rağmen onun TOPLUMSALLIĞI pek belirgin değildir. Hiçbir öznel bilinç kendi mutluluğunu içine koymaksızın bir toplumsal mutluluk formülasyonu gerçekleştiremez. Toplumsal mutluluk fikri daha çok toplumu özneleştirme anlayışının ürünüdür. Bunu doğru bulmuyorum, çünkü bu anlayış, içinde yer aldığı topluluğa, kendi mutluluğunu öneriyor. (Böyle yapmakla zaten kendini toplumun dışına itmiş oluyor. Bu büyüklük duygusu denetlenebilir düzeyde olduğu müddetçe sorun bile değildir. Bütün eli kanlı fatihlerin arzusuydu inandıkları mutluluğu ülkelerine getirebilmek.) Avucunuzun içinde bir damla suyu tutabilirsiniz ve bu damlaya ne yapmak isterseniz onu yaparsınız. Pekiyi ya avucunuzu savurup geçen bir ırmağa da aynı formülü uygulayabilir misiniz? Cezvedeki suyu ısıtarak buharlaştırabilirsiniz. Ya bir ırmağı? Bir ırmağı da ısıtarak buharlaştırabilir misiniz?
İşte bu örnekte olduğu gibi kaç kişiyi nereye kadar mutlu edebilirsiniz ki! Üstelik toplumsal mutluluk daha çetin ceviz bir sorun iken! Bu nedenle toplumsal mutluluk vaatleri bana bir aldatmaca gibi geliyor. Benim toplumsal mutluluktan anladığım cennet’tir. Daha doğrusu cennetteki insanların duygulanımıdır. Onun da bu dünya ile alakası olmadığını göre tartışmaya bile değmez. Dolayısıyla mutluluk vaadedilemez. Hiç kimse mutlu olmak için yola çıkamaz. İnsan yaşarken kendi mutluluğunu yaratır. Herkesin kendi gönlü kendi keşfettiği karaya çıkmak ister. Bu nedenle mutluluk yaşamda amaç edinilemez. Mutsuz insan ile amaçsız insanı karıştırıyor olmamızın nedeni mutluluğu yaşamın amacı kabul ediyor oluşumuzdur.
Mutluluk bilincimizin gelişimine -yani nesnelerin bütünsel izlenimlerini kavrayabilme yeti ve yetkinliğimize- bağlı olarak değişir. Bu yüzdendir ki aynı durumlar karşısında bile aynı yoğunlukta mutlu olunamaz. Bilincimizin nitel değişimi mutluluğumuzun da nitel yanını belirler. Söz gelimi özgürlükçü bir bilinç kendini özgürlükçü bir ortamda mutlu addedebilir. Bu nedenle mutluluk zamanla etkinleşmiş insanın yani bir bakıma kendi üstüne yönelebilmiş bir bilincin kılgısıdır. O ‘şimdi’de tasarlanır ‘gelecek’te elde edilir. Oysa her ‘gelecek’ kendinden sonraki zaman birimi için ‘geçmiş’tedir. Bu nedenle ‘şimdi’miz geçmişimizdeki gelecektir. İçinde bulunduğumuz ‘an’da mutlu olma olasılığımız var. Bu olasılık içinde bulunacağımız ‘gelecek’teki ‘an’da da vardır. Bu nedenle mutluluk zamanda değişmez görünür. Sanki ondan bağımsızmış gibi algılanır. Oysa -birbirine bağlı olarak- mutluluklarımızın ve bilincimizin niteliği değişmeden duramaz. Fakat değişmeyen şey her ‘an’da mutlu olma olasılığımızdır.
Sonuç olarak; mutluluk varlıklar dünyasının değil, düşünce dünyamızın bir elemanıdır. Bu nedenle o varlıkbilimin (ontolojinin) ilgi alanına girmez. Mutluluk geniş çerçevede bir düşüncedir. Zihinsel bir ‘edilim’dir. O bir bilgi değildir ve bu nedenle doğrudan doğruya bilgibilimin (epistemolojinin) konusu da yapılamaz. Ancak mutluluk ile bilgililik arasında hiçbir ilginin olmadığı da söylenemez. Nasıl ki yağmur için ‘yaş’lık, kar için ‘beyaz’lık niteliksel bir zorunluluğu ifade ediyorsa bilinebilirlikten beslenen bilgililik için de mutluluk aynı niteliksel zorunluluğu temsil eder. Yani bir bakıma bilen insan mutlu olma yatkınlığında olan insandır. (Buna karşın mutsuzluk ise bilinemezlikten beslenen bilgililiğin nitelikselliğini temsil eder. Yani gerçek anlamda mutsuz olabilmek için bile gerçek anlamda bilen insan olmak gerekir. Bunun dışındaki mutluluk ve mutsuzluk düşüncesi zihnin yanılgısıdır.)
Mutluluk sanatsal bir çalışmanın konusu edilebilir, buna karşın sanatın amacı olamaz. Sanat güzel ve insan birlikteliğinin yani hem ‘güzel’in hem de ‘insan’ın araştırmasıdır.
Mutluluk ahlaki bir konu gibi görünse de bana göre onu bu alana hapsetmek doğru değildir. Çünkü her ahlak en başta evrenselleşmiş (en azından toplumsallaşmış) yargıların sistemdir. Oysa mutluluk da mutsuzluk da ‘birey’leşmiş insanın düşüncesidir. Bu yanıyla mutluluğa (mutsuzluğa da) ters düşmeyecek tek ahlak öğretisi maddeci ahlak öğretisidir. İnsan özgür olursa ahlaklı olabilir. Özgür olmayan insan ahlaksızlığa zorlanan insandır. Bu nedenle özgürlük, ahlak ve mutluluk ilişkisi doğru kurulmalıdır.
Toplumbilimi (sosyoloji) açısından mutluluk bir toplumun, özgürlüklerin turnusoludur. Bunun dışında toplumbilim açısından oldukça soyut bir kavramdır. O felsefe açısından bir inceleme konusu yapılabilir. Ancak mutluluğu öğütleyen felsefe yerine mutsuzluğu yeren felsefeyi tercih etmeli. Çünkü mutluluk felsefe açısından ne öğütlenebilir düzeyde somut bir bilgi ne de yerilebilir eksikli bir durumdur.
Dolayısıyla mutluluğu öğütlemek için yola çıkan her felsefenin gerçeklikten kopma ihtimali daha çoktur. Bu nedenle mutsuzluğun yergisi bizi hem gerçekçi kılar hem de farkına varmadan mutluluk adına harekete geçirir.
Mutluluk zihinsel bir edilim olduğuna göre o en başta ruhbilimine (psikolojiye) konu edilmelidir. Kaldı ki bana göre ruh bilimin özü -son tahlilde- mutluluk araştırmasıdır.
Çünkü; MUTLULUK İNSANIN RUHSAL ZAFERİ’dir.
Yararlanılan Kaynak
Felsefe sözlüğü, A. Timuçin, İnsancıl yay. Genişletilmiş 2. Baskı, 1998 İstanbul.
Mutçuluk: mutluluğa düşünsel yönden yaklaşırken; hazcılık ise duyunsal hazları öngörür tarzda yaklaşır.
A. Timuçin, Felsefe Sözlüğü, İnsancıl Yay. 2. Baskı s.150
Geniş çerçevede düşünce yalnız fikir düzeyindeki çıkarımları değil, zihnin tüm etkinliklerini karşılar. Buna göre yalnızca bir usavurmayla ortaya konulan bir yargı değil, bir duygu, bir İmge, bir izlenim de düşüncedir. A. Timuçin a.g.e s.105
TDK Okul Sözlüğü, Prof. İ. Parlatır, Prof. H. Zülfikar, Prof. N. Gözaydın, 1997 Milliyet Yayınları
NOT: Bu yazı Kasım’99, İnsancıl Dergisi 109. sayıda yayınlanmıştır. Noktalama işaretlerindeki bazı düzeltmeleri saymaz isek hemen hemen orijinal metne hiç müdahalede bulunulmamıştır. Anlatım bozuklukları, yazım hataları ya da baskıdan kaynaklanan yanlışlıklar bile gerçeğe sadık kalmak adına büyük oranda korunmuştur. (28.03.2024/ İstanbul)