Üzgün diye bir kedin vardı senin
Bütün eski kentlerin layihasında
Onun adı geçerdi
Halbuki senden başkası değildi
Yanılgıların kucağına kıvrılan
Ben bu sularda büyüdüm
Boynumda şambreller ile gezdim
Ve bir çiçek aşısı gibi
Yıllarca kolumda taşıdım yanığını güzelliğinin
Sandala binen akşam rüzgârı gibi
Uzardı saçlarında yanmış mandalina kabuğunun kokusu
Fakat durgundu yüzün
Ve kilitliydi yüzünde her kapısı ahşap sofaların
Öylece susardın
Yokuşun başında mor çatılı evinizde
Üzgün diye bir kedin vardı senin
Ay binince karanlığın atına bazı geceler
Doldururdu kanatlarımı birden, bir uçmak hevesi
Çünkü bendim çok geceler bu dağların Phoneix’i
Ve gençliğimdi mürrüsafi
Kapınızda umutsuzca yanan
Benim bu sarp yalnızlığımda
Dalıp uzaklara öğrenirdin irkilişi
Vurulmayı yeni öğrenmiş cerenler gibi
Kararan buğdaylara dönerdi
Güzelliğinin urbası sırtında
Çünkü avcılar böyle birikmiştir
Senin şu küçük gümüş ayaklarının sesine
Neyleyim!
Bindim senden sonra yok oluşun gemilerine
Çok susmalar zapt ettim
Nice aşıklar gördüm oralarda
Hepsi de iman etmiştiler
Sanki aynı aşktan yücelen bir haklılığa
Çok düşündüm bunu
Ahdettim elbet
Hamaylımda kılıç yır ve annemin öğütleri
Gezdim hırçınlığını diyar diyar
Ve aştım beklemenin gözleriyle ben o dağları
Gelip durdum yeniden kapınıza
Şimdi bir an olsun kırpamam kanayan gözlerimi
Çünkü benim yılgınlık nedir bilmeyen toyluğumdur gecenin uç beyi
Lambalar yorgunsa bana ne!
Bana ne aymaktan
İçin için yanmaktan!
Kalp Yusuf’un kuyu Allah’ın
Ama senin ışığını kaybetmekten
Her yanımıza yayılan bu kıtlık
İşte bu kıtlık
Hepimizin!